Ana içeriğe atla

Zamana Karşı Yarış-Kaçınılmaz Tükeniş

Hayat, bir yürüme bandında koşmaya benzer. İlk başta her şey kolaydır, tempo rahattır, nefesiniz düzenlidir, yürüyüşünüz dengelidir. Ancak zaman ilerledikçe, bandın hızı artmaya başlar. Siz farkına bile varmadan, ayaklarınız temposunu kaybetmeye başlar. Önce hızlanmaya çalışırsınız, sonra yetişmeye, en sonunda ise sadece ayakta kalabilmek için çabalarsınız. İşte tam da burada hayatın gerçeği ile yüzleşirsiniz: Zaman hızlanırken siz yavaşlarsınız.

Bu ters orantı, insanın doğumundan ölümüne kadar süren kaçınılmaz bir süreçtir. Gençken her şey sınırsız görünür. Zaman bol, fırsatlar sonsuzdur. Hayat sanki hep böyle sürecekmiş gibi gelir. Koşu bandına yeni çıkmış bir insan gibi, adımlarınız güçlüdür, dizleriniz sağlam, nefesiniz derindir. Ancak yıllar geçtikçe fark edilmeden bandın hızı artmaya başlar. Önce küçük değişiklikler olur: Günler daha hızlı geçmeye başlar, sabahlar akşamlara daha çabuk bağlanır, yıllar su gibi akıp gider.

Sonra bir gün, durup geriye bakarsınız. Ne kadar yol kat ettiğinizi, ama bir o kadar da yorulduğunuzu fark edersiniz. Gençliğinizin enerjisi yerini yorgunluğa, heves yerini dinginliğe, hızlı adımlarınız yerini daha temkinli bir yürüyüşe bırakır. Artık siz değil, zaman sizi sürükler.

İşte en acı gerçek burada ortaya çıkar: Hayat, siz farkına bile varmadan üzerinizdekileri alıp götürür. Hayalleriniz, tutkularınız, sahip olduklarınız, sevdikleriniz, sağlığınız… Tıpkı hızlanan bir bantta ayakta kalmaya çalışan birinin zamanla yıpranıp tükenmesi gibi, hayat da sizi azar azar soyar. Önce gençliğinizi alır, sonra gücünüzü, sonra sahip olduklarınızı… En sonunda ise, mezara giderken çıplak olacağınızı hatırlarsınız.

Bir yaşlıya sorarsanız, gençken ne kadar enerjik ve güçlü olduğunu anlatacaktır. Gözlerindeki ışık bir zamanlar ne kadar parlaksa, şimdi bir o kadar solgundur. O gençken hayat ona sonsuz gibi gelmişti, fakat şimdi anlıyor ki zaman sandığından çok daha hızlı akıp gitmiş. Aynı şekilde, bir çocuk ise zamanın hiç geçmediğini düşünür. Küçük bir çocuğun sabırsızlıkla doğum gününü bekleyişi ile bir yaşlının her doğum gününde geçmişe özlem duyuşu arasında büyük bir fark vardır. Aslında zaman aynı hızda akmaktadır, değişen sadece algımızdır.

Peki, böyle bir koşu bandında kendimizi harap etmeye değer mi? Hayatı bir yarış gibi görmek mi, yoksa onun doğal akışına uyum sağlamak mı daha doğru? Bu sorunun cevabı, hayata nasıl baktığınıza bağlıdır.

Eğer hayatı sürekli bir yarış olarak görürseniz, sürekli daha hızlı olmak, daha fazlasına sahip olmak, her şeyi kontrol altında tutmak istersiniz. Ancak zamanın kaçınılmaz akışı karşısında hiçbir şey kalıcı değildir. Ne gençlik, ne güç, ne de başarı. Eğer bütün enerjinizi koşmaya harcarsanız, bir gün bandın hızı sizi yendiğinde, yorgunluktan tükenmiş halde yere düşersiniz.

Oysa hayatın doğal akışına uyum sağlamak, zamanın hızına kapılmadan onu anlamak, yavaşlamak ve anın tadını çıkarmak en doğru olanıdır. Hayat bir yarış değil, bir yolculuktur. Yolculuğun sonunda varılacak nokta bellidir: Ölüm. Ancak önemli olan varış noktası değil, o noktaya nasıl vardığınızdır. Eğer tüm hayatınızı bir hız yarışında harcarsanız, geriye dönüp baktığınızda hiçbir anın keyfini çıkarmadığınızı fark edersiniz.

Oysa bir an durup, etrafınızdaki güzellikleri izleseniz, sevdiklerinizle vakit geçirseniz, kendinize zaman ayırsanız, hayatın gerçek değerini daha iyi anlayabilirsiniz. Çünkü aslında zaman, hızlanmaz ya da yavaşlamaz. Zaman, her zaman aynı akar. Değişen bizim ona bakışımızdır.

Hayatta dengeyi bulmak önemlidir. Ne tamamen durmalı, ne de kendimizi tüketene kadar hızlanmalıyız. Zamanı yakalayamayacağımızı bilerek, onunla uyum içinde hareket etmek en iyisidir. İşte bu yüzden, hayatınızı hızla tüketmek yerine, onu anlamaya çalışın. Anı yaşayın, sevdiklerinize sarılın, gereksiz hırsları bir kenara bırakın. Zamanın hızını değil, kendi iç huzurunuzu kontrol etmeye çalışın. Hayatı bir koşu bandında tüketmek yerine, doğanın içinde, sevdiklerinizle, kendinizi ve çevrenizi keşfederek yaşayın. Çünkü sonunda, hayatın bize sunduğu tek gerçek şey, şu andır.

Erol Kekeç/08.03.2025/Sancaktepe/İST

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İnsan Olabilmek ve İnsan Kalabilmek- En Zor Sınav

Hayatın acımasız gerçekleriyle yoğrulan bu dünyada, insan olabilmek ve insan kalabilmek, belki de en çetin sınavdır. Çoğu zaman iyilikle kötülüğün, doğrulukla yalanın birbirine karıştığı, erdemlerin zayıflık olarak görüldüğü bir düzende, vicdanı temiz tutarak yaşamak, suyun üzerinde yürümek kadar zor olabilir. Ama yine de bu zorluğu göze almak, insana gerçek değerini kazandıran, ruhunu yücelten ve onu sıradanlıktan çıkaran yegâne yoldur. Cömert Olursun, Aptal Sanırlar Cömertlik, insanın kalbindeki zenginliğin dışa vurumudur. Paylaşmak, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktır. Ancak bu dünyada, cömert insanlar çoğu zaman aptal sanılır. Çünkü toplum, çoğunlukla hesaplılığı, bencilliği ve çıkarcılığı zekâ belirtisi olarak görür. Örneğin, mal varlığını hayır işlerine adayan bir zengin, çoğu kişinin gözünde "malını çarçur eden saf" olarak nitelendirilir. Cömertliğini kötüye kullananlar, onun merhametini zayıflık olarak algılar. Hz. Ali'nin dediği gibi: ...

Kadın Aile ve Modern Çağın Yalanı

  Bir Toplumsal Yarayı Ameliyat Masasına Yatırmak, Modern toplumun son 40 yılında yaşanan en büyük kırılma, sanıldığının aksine teknolojik dönüşüm değil; kadının rolünün anlamının kaydırılması , anneliğin ikincilleştirilmesi , ailenin merkezinin zayıflatılması ve bunun “özgürlük” adı altında yapılmasıdır. Bugün dünyada –ve özellikle bizim ülkemizde– toplumun temelinde sessiz ama derin bir çöküş yaşanıyor. Ekonomik krizler, kültürel gerilimler, kimlik çatışmaları, kuşaklar arası kopmalar bunların görünen yüzü… Asıl büyük kırılma; insanın evini, kadınlığın anlamını, anneliğin değerini ve aile kurumunun köklerini kaybetmesidir. Ve bu kırılmanın merkezinde bir gerçek var; Kadının en kutsal görevi anneliktir. Bu cümleyi duyan bazıları hemen önyargıyla “kadını eve hapsediyorsunuz” diye saldırıyor. Ancak sorun tam da burada başlıyor: Modern çağ kullandığı kavramların anlamını çarpıtarak insanı kendine yabancılaştırıyor. Annelik ; bir “evde kalma zorunluluğu” değil, bir değerin...