Ana içeriğe atla

Kadın Aile ve Modern Çağın Yalanı

 

Bir Toplumsal Yarayı Ameliyat Masasına Yatırmak,

Modern toplumun son 40 yılında yaşanan en büyük kırılma, sanıldığının aksine teknolojik dönüşüm değil; kadının rolünün anlamının kaydırılması, anneliğin ikincilleştirilmesi, ailenin merkezinin zayıflatılması ve bunun “özgürlük” adı altında yapılmasıdır.

Bugün dünyada –ve özellikle bizim ülkemizde– toplumun temelinde sessiz ama derin bir çöküş yaşanıyor. Ekonomik krizler, kültürel gerilimler, kimlik çatışmaları, kuşaklar arası kopmalar bunların görünen yüzü…
Asıl büyük kırılma; insanın evini, kadınlığın anlamını, anneliğin değerini ve aile kurumunun köklerini kaybetmesidir.

Ve bu kırılmanın merkezinde bir gerçek var;

Kadının en kutsal görevi anneliktir.
Bu cümleyi duyan bazıları hemen önyargıyla “kadını eve hapsediyorsunuz” diye saldırıyor. Ancak sorun tam da burada başlıyor:
Modern çağ kullandığı kavramların anlamını çarpıtarak insanı kendine yabancılaştırıyor.

Annelik; bir “evde kalma zorunluluğu” değil,
bir değerin, bir var oluşun, insanlık tarihinin ana sütunlarından birinin adıdır.

Fakat modern çağ, kadının en kıymetli rolünü elinden alıp daha ucuz bir karşılık sattı:
“Çalıştıkça özgürleşeceksin.”

Oysa özgürleşmedi.
Sadece ulaşılabilirliği artan bir meta, piyasanın yeniden şekillendirdiği bir tüketim nesnesi hâline getirildi.

Modern Çağın Kadına Sattığı Büyük Yalan- Özgürlük

Modern dünya, özellikle de reklam endüstrisi ve medya, yıllardır aynı cümleyi vizyon olarak pazarlıyor:

“Kadın özgür olmalı.”

Peki bu özgürlüğün çerçevesini kim çizdi?
Kadının kendisi mi?
Toplum mu?
Aile mi?

Hayır.

Bu özgürlük söyleminin yüzde 90’ını piyasa çizdi.
Çünkü kadın piyasaya girince:

  • Daha çok ürün satıldı,

  • Daha çok kredi çekildi,

  • Daha çok şehirleşme oldu,

  • Daha çok iş gücü oluştu,

  • Daha fazla vergi alındı,

  • Daha hızlı tüketen bir toplum yaratıldı.

Modern dünyanın kadına sağladığı en büyük “kolaylık” özgürlük değil;
kadına ulaşmanın kolaylaşmasıdır.

Bu çok sert bir cümle gibi görünse de gerçek budur.

Kadının anlamının içini boşaltan sistem, onu önce “güçlü kadın” sloganıyla yükseltti, ardından reklam sektöründe bir meta olarak yeniden konumlandırdı.

Kozmetik endüstrisi, moda dünyası, sosyal medya akımları, iş yaşamının parıltılı vitrini… Hepsi kadını daha çok çalıştıran, daha çok tüketen, daha çok gösteren ama daha az mutlu eden bir çark kurdu.

Pozitif Ayrımcılık- Sözde Hak, Gerçekte Ayrıştırma

Son 25 yılda ülkemizde “kadına pozitif ayrımcılık” adıyla yapılan düzenlemeler, ilk bakışta kadın yararına görünse de evlilik kurumunu zayıflatmak, kadın–erkek arasındaki güveni parçalamak ve aileyi iki ayrı cepheye ayırmak gibi sonuçlar doğurdu.

Bugün boşanma davalarının en büyük bölümünün temelinde şu gerçek yatıyor:

Kadın ve erkek artık birbirini rakip olarak görüyor.

Devlet “kadını destekliyorum” derken,
erkek üzerinde baskı oluşturdu.
Erkek “suçlu” ilan edildi,
kadın “mağdur” konumuna sıkıştırıldı.

Bu gerçek bir eşitlik değil,
iki tarafı da mutsuz eden bir ayrımcılık.

Evde, sokakta, iş yerinde “karşı cinse karşı güven duygusu eridi.
Aile artık bir ortaklık değil, bir sözleşme masasına döndü.

Toplumun en tehlikeli kırılması işte burada başladı.

Kapitalizmin Görünmez Planı-Hem Kadını Hem Aileyi Yıkmak

Kapitalizm iki şeyi aynı anda yaptı:

  1. Kadını iş gücüne kattı,

  2. Aileyi ekonomik bir birim olmaktan çıkardı.

Evde çocuk yetiştiren kadın “üretmiyor” diye değersizleştirildi,
fabrikada üretim yapan kadın “değerli” ilan edildi.

Oysa çocuk yetiştirmek insanlığın en yüksek üretim biçimidir.
Kapital sistem bunu ekonomiye çeviremediği için değersiz gösterdi.

Kadın evde çocuk yetiştirdiğinde devlet vergi alamıyor,
piyasa para kazanamıyor,
tüketim artmıyor.

Ama kadın işe girdiğinde:

  • Sabah kahvaltısı için paketli yiyecek satın alıyor,

  • Çocuğu kreşe veriyor (yeni piyasa!),

  • İş kıyafetleri alıyor,

  • Şehir içi ulaşım harcıyor,

  • Gündelik bakıcı tutuyor,

  • Akşam yemeklerini dışarıdan söylüyor.

Kapitalizme göre çalışan kadın değerli,
anneliğe öncelik veren kadın ise “geri kalmış.”

Bu yaklaşım aile kurumunu tarumar etti.

Kadın Çalışsın mı? Elbette Evet… Ama Ne Uğruna?

Burada önemli bir ayrım var:

Kimse “kadın çalışmasın” demiyor.
Buradaki sorun çalışmanın bir amaç değil, kutsal bir rolün yerine geçmesi.

Kadın çalışabilir.
Kadın kariyer sahibi olabilir.
Kadın toplumda en güçlü rollere gelebilir.

Burada hiçbir problem yok.

Sorun şu:

Kariyer annelikten daha değerli gösteriliyor.
Anne olmayan kadın “eksik” görülüyor.
Anne olmak isteyen kadın “gerici” damgası yiyor.
Aile kurmak “zayıflık” sayılıyor.

İşte modern çağın kırdığı yer tam burası.

Nüfus Krizi, Çocuksuzluk ve Yalnızlık Toplumu

Bugün “evlerin yüzde 50’si çocuksuz” deniyor.
Devlet yaşlanmadan şikayet ediyor.
Toplum geleceksizliğe sürükleniyor.

Peki aynı devlet neden:

  • Kadın çalışan oranını artırmakla övünüyor?

  • Aileyi koruyan değil, ayrıştıran yasalar çıkarıyor?

  • Kariyeri kutsayıp anneliği ikincilleştiriyor?

  • Çocuk sahibi olmayı ekonomik bir yük haline getiriyor?

  • Kadın ile erkeği karşı karşıya getiren dilleri besliyor?

Bu bir çelişki değil;
bir projenin yan etkisi değil, doğrudan sonucudur.

Kapitalizm aileyi yıktıkça:

  • İnsan yalnızlaşıyor,

  • Tüketim artıyor,

  • Psikolojik sorunlar çoğalıyor,

  • Devlet bağımlılığı artıyor,

  • Yeni nesil kayboluyor.

Bugün “özgür kadın” diye sunulan görüntü aslında
piyasanın tüketim odaklı bireyi.

Bugün “kültürel modernlik” diye pazarlanan şey
ailesiz, köksüz, yalnız insan modeli.

Çözüm Var mı? Var: Kadını Evine Hapsetmekte Değil, Anlamı İade Etmekte

Çözüm eskiye dönmekte değil.
Çözüm kadını eve çağırmakta değil.
Çözüm kadını modern hayattan koparmakta hiç değil.

Gerçek çözüm:

Kadına anneliğin onurunu iade etmek.
Kadını aile kurumunun merkezi olarak yeniden güçlendirmek.
Kadın–erkek rekabeti yerine iş birliğini yeniden kurmak.
Evliliği sözleşme değil, birliktelik olarak yeniden tanımlamak.
Tüketim toplumundan değer toplumuna geçmek.

Kadın hem anne olabilir hem çalışabilir.
Ama sistem bu iki rolü çatıştırdığı için kadın da aile de yara alıyor.

Toplumsal Bir Çağrı:

“Bu ameliyatı şimdi yapmazsak, hastayı kaybedeceğiz.”

Bugün aile kan kaybediyor.
Toplum çözülüyor.
Kadın yoruluyor.
Erkek yabancılaşıyor.
Çocuklar kayboluyor.
Devlet yaşlanıyor.

Ve sistem hâlâ “kadının çalışma oranı arttı” diye alkış bekliyor.

Toplumun temelini kadın oluşturur.
Ailenin ruhunu anne taşır.
Bir toplumun geleceğini çocuklar belirler.

Eğer anneliği ikincilleştirirsek,
kadını kapitalizmin çarkında yalnız bırakırsak,
erkeği sistem karşısında değersizleştirirsek,
çocuğu ekonomik yük hâline getirirsek,
aileyi bir savaş alanına dönüştürürsek…

Elimizde ne kalacak?

Hiçbir şey.

Sadece tüketen, yalnız, yaşlanan, çocuksuz, köksüz bir toplum.

Bugün eleştirdiğimiz Batı’nın aynısını, üstelik daha hızlı bir şekilde yaşıyoruz.

Ama hâlâ geç değil.

Kadına değer vermek,
anneye saygı duymak,
aileyi güçlendirmek,
eşleri rakip değil ortak görmek,
çocuğu yeniden toplumun merkezine almak…

Bu ülkenin yeniden doğuşunun temel taşı budur.

Son çıkış,

Kadını özgürleştirmek istiyorsak,
onu kapitalizmin kölesi değil,
ailenin onurlu merkezi hâline getirelim.

Kadını güçlendirmek istiyorsak,
anneliği değersizleştirmeyelim.

Toplumu kurtarmak istiyorsak,
kadın ve erkeği karşı karşıya getiren yasaları değil,
birbirine yaklaştıran değerleri konuşalım.

Çünkü kadın giderse aile gider,
aile giderse toplum ölür.

Erol Kekeç/18.11.2025/Sancaktepe/İST

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamana Karşı Yarış-Kaçınılmaz Tükeniş

Hayat, bir yürüme bandında koşmaya benzer. İlk başta her şey kolaydır, tempo rahattır, nefesiniz düzenlidir, yürüyüşünüz dengelidir. Ancak zaman ilerledikçe, bandın hızı artmaya başlar. Siz farkına bile varmadan, ayaklarınız temposunu kaybetmeye başlar. Önce hızlanmaya çalışırsınız, sonra yetişmeye, en sonunda ise sadece ayakta kalabilmek için çabalarsınız. İşte tam da burada hayatın gerçeği ile yüzleşirsiniz: Zaman hızlanırken siz yavaşlarsınız. Bu ters orantı, insanın doğumundan ölümüne kadar süren kaçınılmaz bir süreçtir. Gençken her şey sınırsız görünür. Zaman bol, fırsatlar sonsuzdur. Hayat sanki hep böyle sürecekmiş gibi gelir. Koşu bandına yeni çıkmış bir insan gibi, adımlarınız güçlüdür, dizleriniz sağlam, nefesiniz derindir. Ancak yıllar geçtikçe fark edilmeden bandın hızı artmaya başlar. Önce küçük değişiklikler olur: Günler daha hızlı geçmeye başlar, sabahlar akşamlara daha çabuk bağlanır, yıllar su gibi akıp gider. Sonra bir gün, durup geriye bakarsınız. Ne kadar yol kat et...

İnsan Olabilmek ve İnsan Kalabilmek- En Zor Sınav

Hayatın acımasız gerçekleriyle yoğrulan bu dünyada, insan olabilmek ve insan kalabilmek, belki de en çetin sınavdır. Çoğu zaman iyilikle kötülüğün, doğrulukla yalanın birbirine karıştığı, erdemlerin zayıflık olarak görüldüğü bir düzende, vicdanı temiz tutarak yaşamak, suyun üzerinde yürümek kadar zor olabilir. Ama yine de bu zorluğu göze almak, insana gerçek değerini kazandıran, ruhunu yücelten ve onu sıradanlıktan çıkaran yegâne yoldur. Cömert Olursun, Aptal Sanırlar Cömertlik, insanın kalbindeki zenginliğin dışa vurumudur. Paylaşmak, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktır. Ancak bu dünyada, cömert insanlar çoğu zaman aptal sanılır. Çünkü toplum, çoğunlukla hesaplılığı, bencilliği ve çıkarcılığı zekâ belirtisi olarak görür. Örneğin, mal varlığını hayır işlerine adayan bir zengin, çoğu kişinin gözünde "malını çarçur eden saf" olarak nitelendirilir. Cömertliğini kötüye kullananlar, onun merhametini zayıflık olarak algılar. Hz. Ali'nin dediği gibi: ...