Ailenin Temeline Kurulan Hukuki Tuzak
Aile, bir toplumun temelidir. O temelin üzerine medeniyet kurulur, kültür inşa edilir, ahlak yayılır, nesil yeşerir. Ne var ki son yirmi yılda özellikle Batı menşeli ideolojik ve hukuki müdahalelerle bu temel delik deşik edilmiştir. Sözde “kadın hakları” adına çıkarılan yasalar, adaletin terazisini bozmuş, aileyi ayakta tutan dengeleri parçalamıştır. İstanbul Sözleşmesi ve onun zemin hazırladığı 6284 sayılı yasa gibi metinlerle, kadın korunurken erkek hedef alınmış, suçlu gösterilmiş ve ailenin en mahrem alanı devletin ceberut eliyle denetlenir hale getirilmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada bir kadın, yalnızca beyanıyla kocasını "tecavüzcü" ilan edebilir ve bu beyan –çoğu vakada– delil bile aranmadan bir erkeğin hayatını mahvetmeye yeterli olur. İşte hukukun siyasallaştığı, cinsiyet temelli bir ideolojiye dönüştüğü, modern faşizmin şekil değiştirmiş halidir bu. Evli bir kadının, karı-koca ilişkileri içindeki rıza dışı bir anı, bir tartışma sonrası “tecavüz” olarak yorumlayabilmesi, eşinin hapse atılmasına sebep olabiliyorsa, artık aile diye bir şeyden söz edemeyiz. Çünkü orada güven yoktur, mahremiyet yoktur, sadakat yoktur. Sadece korku vardır. Hukuktan, evlilikten, adaletten değil; “bir gün karım kızarsa beni içeri attırır” korkusudur bu.
Kadın Beyanının Mutlak Delil Sayılması Delilsiz Ceza Hukuku
Günümüzde uygulamada yerleşen en sorunlu ilke “kadının beyanı esastır” ilkesidir. Kadın beyanı değerlidir, evet. Ancak bu, delille desteklenmeyen bir iddianın mutlak doğru kabul edilmesi anlamına gelmemelidir. Hukukun temel ilkesi "şüpheden sanık yararlanır" iken, feminist dalgayla biçimlenen yeni düzen “şüphe kadından yana sonuçlansın” anlayışına evrilmiştir.
Örneğin; bir kadın “eşim bana istemediğim halde zorla yaklaştı” dese, başka bir delil aranmadan soruşturma açılmakta, adam evden uzaklaştırılmakta, kimi vakalarda tutuklanmakta ve aylarca –bazen yıllarca– süren davalarda iftiradan başka bir şey çıkmadığı halde hayatı mahvolmaktadır.
Gerçek bir örnek: Ankara’da 2022 yılında bir kadın, boşanma davası sırasında eşine “evlilik boyunca rızam dışında her ilişkimiz tecavüzdü” dedi. Adam 3 yıl hapis cezası aldı. Delil yoktu. Yalnızca kadının anlatımı vardı. Mahkeme, bu anlatımı "mağdur beyanı esas alınmalı" diyerek yeterli buldu.
Bu durumda sorulması gereken şudur: Evlilikte cinsellik nedir? Kadının cinsel anlamda erkeğine hayır deme hakkı var mıdır? Evet, vardır. Ama evlilik, aynı zamanda hak ve sorumluluklar dengesidir. Kadının sürekli cinsel ilişkiyi reddetmesi de erkek açısından zulüm olabilir. Bu durumda erkek de “psikolojik şiddet görüyorum” diyebilir mi? Hayır. Çünkü erkeklerin şikâyetleri “normal” görülür. Oysa kadınların her şikâyeti, hele bir de duygusal bir anlatımla sunulmuşsa, “mutlak gerçek” muamelesi görür.
İstanbul Sözleşmesi’nin Ardında Yatan İdeolojik Virüs
2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetlerini önleme iddiasıyla gündeme geldi. Ancak gerçek etkisi bambaşka oldu. Bu sözleşme ile:
-
Cinsiyet değil “toplumsal cinsiyet” kavramı benimsendi.
-
Aile içindeki her türlü söz, davranış, bakış, hatta sessizlik bile “şiddet” kapsamında değerlendirilebildi.
-
Devlet, bir kadının “eşim bana psikolojik şiddet uyguladı” demesiyle, erkeği evden uzaklaştırma yetkisini aldı.
-
Kadın beyanı mutlak delil haline getirildi.
Bu sözleşmeyle, kadın korunmadı; erkek suçlandı. Aile korunmadı; dağıtıldı. Şiddet azalmadı; arttı. Kadın cinayetleri azalmadı; istatistikler tırmandı. Çünkü sözleşme “eşitlik” adı altında kadınla erkek arasındaki hukukî ve ahlaki dengeyi bozan, erkekleri potansiyel suçlu gören bir yaklaşımla yazıldı.
Şunu unutmayalım; İstanbul Sözleşmesi, kadının birey olarak değil, "ezilmiş bir sınıf" olarak konumlandırıldığı, erkekle savaş halinde olan bir özne olarak tanımlandığı bir manifestodur.
6284 Sayılı Kanun Aileyi Değil Kadını Koruyan Yasa
İstanbul Sözleşmesi'nin iç hukuka aktarımı 6284 sayılı yasayla sağlandı. Bu yasa, kadına yönelik şiddeti önleme amacını taşıyor gibi görünse de, uygulamada erkeği suçlu varsayarak adalet terazisini bozuyor. Birkaç maddesine bakalım:
-
Kadın “şiddet görüyorum” dediğinde erkeğe hiçbir savunma hakkı tanınmadan evden uzaklaştırma kararı veriliyor.
-
Uzaklaştırma kararları için delil gerekmiyor. Beyan yeterli.
-
Erkek çocuğunu görmek isterse, bu da “psikolojik baskı” sayılabiliyor.
-
Kadın erkeğin kendisiyle iletişim kurmasını engelleyebiliyor.
Yani bir sabah kalktığınızda kapınız çalınabilir, polis gelip sizi hiçbir mahkeme kararı olmadan evinizden alabilir. Ne yaptınız diye sorarsınız, "eşinizin beyanı var, şikâyet etti" cevabını alırsınız.
İşte bu yasa, binlerce erkeği suçsuz yere potansiyel suçlu ilan etti. Kadınlara "yeter ki iste, devleti arkana alırsın" imtiyazı verildi. Bu düzen bir koruma değil, bir silah haline geldi.
Erkeğin Mağduriyeti Konuşulmuyor
Kadın hakları savunucuları, her fırsatta erkekleri "toksik erkeklik" ile suçlarken, erkeğin yaşadığı psikolojik şiddet, boşanma sonrası yıkımı, çocuklarına hasretliği hiç dile getirilmez.
Kadının boşanma sonrası talep ettiği nafaka, çocuk velayeti, mal paylaşımı, hatta geçmişe dönük tazminat talepleriyle erkek hem maddi hem manevi olarak çökertilir. Boşanma sonrası erkek bir borç kölesi haline gelir. Bu da aile kurmak isteyen erkekleri caydırır.
Bugün birçok genç erkek, evlenmekten korkuyor. Çünkü biliyor ki bir gün “kavgada söylediği bir söz” bile onu hem ailesinden hem hürriyetinden mahrum bırakabilir. İşte bu, devlet eliyle organize edilmiş bir korku düzenidir.
2019 TÜİK verileri: Boşanan çiftlerin %67’sinde çocuk velayeti anneye verildi. Kadına nafaka bağlanma oranı %82. Boşanan erkeklerin %41’i borç ve nafaka nedeniyle tekrar evlenmeyi düşünmediklerini söyledi.
Aile Değil, Tek Taraflı Kadın Düzeni Kuruluyor
Bu sistemin asıl hedefi "kadını korumak" değil, kadını ailenin merkezine oturtarak tek taraflı bir hâkimiyet kurmaktır. Yani erkek sorumluluk yüklenirken haklarından feragat etmek zorunda bırakılır. Kadın ise "şiddet gördüm" dediği an devlet bütün imkânlarıyla seferber olur.
Oysa ailenin devamı için sorumluluğun da, hakkın da adil paylaşılması gerekir. Kadın korunmalı evet, ama erkek de korunmalı. Aile korunmalı. Bugünkü düzen kadını “kurban”, erkeği “cellat” ilan ederek ne adaleti sağlar, ne huzuru.
Bu anlayışla kurulan her aile, baştan yıkılmaya mahkûmdur. Çünkü şüpheyle, korkuyla, beyan terörüyle kurulmuş bir bağda sevgi, sadakat ve mahremiyet barınamaz.
Çözüm Ne?
-
“Kadının beyanı esastır” değil, “delil esastır” ilkesi hâkim kılınmalıdır.
-
Evli çiftlerin mahremiyetine hukuk sınırsız müdahale edemez. Rıza kavramı evlilik çerçevesinde değerlendirilmelidir.
-
Aile mahkemeleri, kadın lehine değil, aile lehine karar vermelidir.
-
Nafaka sistemi yeniden düzenlenmeli, geçici ve adil bir formata kavuşturulmalıdır.
-
Erkeklerin de psikolojik şiddete maruz kaldığı kabul edilmeli, bu yönde yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
-
Aileyi korumak için kadın-erkek değil, evlilik birliği merkeze alınmalıdır.
-
Kadını korurken erkeği ezmeyen, her iki cinsi de yükümlülükleriyle birlikte gören dengeli bir anlayış benimsenmelidir.
Bu Gidiş Aileyi Değil, Toplumu Dağıtır
Bugün mahkemelerde binlerce erkek, eşinin bir sözüyle yargılanıyor. Kimisi suçsuz yere cezaevinde, kimisi evladından uzak, kimisi sokakta, kimisi intihar etmiş. Bunlar münferit değil, sistematik mağduriyetlerdir. Çünkü hukuku ideolojik zemine oturtursanız, adalet orada barınamaz. Kadını putlaştırarak aile kurtarılmaz, tam aksine aileyi de kadını da yalnızlaştırırsınız.
Aile; güven ister, sadakat ister, mahremiyet ister, denge ister. Devlet bu dengenin hakemi değil, koruyucusu olmalıdır. Ne yazık ki bugün hakem değil, taraf olmuştur. Bu tarafgirlik, kadın-erkek çatışması doğurmuş, aileyi düşman kamplara bölmüştür.
Ey yönetenler!
Toplumun temeli aile ise, o temeli kimyasalla çürütmeyin. Eşine öfkeyle bakan kadına devletin sopasını uzatmayın. Adalet, duygularla değil, delillerle yürür. Bugünkü gibi devam edersek, sadece aile değil, millet olarak biz çökeriz.
Erol Kekeç/20.02.2021/Sancaktepe/İST
Yorumlar
Yorum Gönder