Toplumsal Yaşamda Cinsiyet Temelli Çarpıklıklar ve Ahlaki Erozyonun Derin Anatomisi
Modern toplumlar, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi temel kavramları sürekli gündemde tutarken, bu kavramların içini ne kadar doldurabildiğimiz sorusu çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Özellikle cinsiyet temelli ayrımcılık ve kutuplaşma, toplumsal ahengin bozulmasında önemli bir rol oynamaktadır. Cinsiyet rolleri arasındaki doğal farklılıkları toplumsal çatışma aracı hâline getirmek, yalnızca bireyleri değil, aileyi ve daha büyük ölçekte toplumu çökertmeye götüren ciddi bir tehdittir. Bu yazıda, özellikle son yıllarda medyada ve kamuoyunda tek taraflı olarak dile getirilen cinsiyet temelli taciz ve baskı konularının, çoğu zaman sadece bir cinsiyet üzerinden yürütülerek nasıl bir çarpıklık yarattığına ve bu çarpıklığın toplumsal yapıyı nasıl ifsat ettiğine derinlemesine değinilecektir.
Tacizin Cinsiyeti Olmaz Gerçeklik ve Medya Algısı Arasındaki Uçurum
Toplumda taciz denilince akla ilk olarak erkek fail, kadın mağdur gelmektedir. Bu algı, medyada sürekli olarak tekrarlanan anlatıların bir sonucudur. Ancak toplumsal yaşam, bireylerin karşılıklı olarak birbirleri üzerinde oluşturdukları baskılarla şekillenir. Günlük yaşamda toplu taşımada, iş yerinde, sosyal alanlarda kadınların da erkekler üzerinde fiziksel, sözlü ya da psikolojik baskı uyguladığı durumlar azımsanmayacak kadar fazladır. Ancak bu tür eylemler çoğu zaman görünmez kılınmakta ya da meşrulaştırılmaktadır. Bu durum hem gerçekliği çarpıtmakta hem de toplumsal vicdanı ve adalet terazisini bozmaktadır.
Örneğin, bir erkek bir kadına laf attığında bu hemen "taciz" olarak etiketlenebilirken, bir kadının benzer davranışı ya da daha dolaylı yollarla yaptığı imalı yaklaşımlar çoğu zaman 'şaka', 'samimiyet' veya 'doğal hak' olarak yorumlanabiliyor. Bu çifte standart, cinsiyet temelli adaletsizliğin ve algı manipülasyonunun açık bir göstergesidir.
Statü ve Güç Ayrıcalık mı, Ayrıştırma Aracı mı?
Bir insanın kas gücü veya zihinsel becerisiyle elde ettiği sosyal ve mesleki statüler, bireysel çabanın bir sonucudur. Ancak bu statüler üzerinden bir cinsin diğerine üstünlük kurmaya çalışması ya da aşağılaması insan doğasına ve sosyal adalete aykırıdır. Toplumsal roller, biyolojik farklara dayanarak inşa edilir, ancak bu farkların bir ayrımcılık aracı hâline getirilmesi kabul edilemez.
Kadın ya da erkek, her birey kendi emeğiyle elde ettiği sosyal pozisyonlarda, karşı cins üzerinde bir üstünlük ya da tahakküm kurmaya çalıştığında, bu sadece toplumsal yapıyı çürütmekle kalmaz, aynı zamanda bireylerin ruhsal bütünlüğünü de zedeler. Bu tür yaklaşımlar, toplumsal barışı ve iş birliğini dinamitleyen zehirli yapılardır.
Aile Kurumunun Zedelenmesi Cinsiyet Savaşlarının En Büyük Kaybı
Aile, toplumun çekirdeğidir. Aileyi oluşturan temel yapı ise kadın ve erkektir. Kadınla erkeğin eşit ama farklı olduğu gerçeği, bu yapının temeline oturur. Ancak bu farklılıkların bir savaş aracı hâline getirilmesi, aile kurumunu doğrudan hedef alan bir yıkım stratejisidir. Feminist ya da maskülinist söylemler üzerinden yürütülen çatışmacı dil, kadın ve erkeği iki cepheye ayırmakta ve karşılıklı güveni yok etmektedir.
Çocuklar, bu çatışma ortamında büyüyerek ya annesinden nefret eden bir erkek ya da babasından korkan bir kadın olmaktadır. Bu da yeni nesillerin sağlıklı bireyler olarak yetişmesini engeller. Sonuç olarak bireyin iç dünyasında başlayıp toplum geneline yayılan bir bozulma meydana gelir.
Yasal Meşruiyetin Saptırılması Resmi Kanalların Taraflılığı
Bugün birçok ülkede kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık adı altında sunulan yasalar, erkekleri baştan suçlu kabul eden bir anlayışla işletilmektedir. Oysa gerçek adalet, bireyin cinsiyetine değil, eylemine ve niyetine bakılarak tesis edilir. Taciz, şiddet ya da ayrımcılık; kimden kime yapılırsa yapılsın, aynı ahlaki ve hukuki çerçevede değerlendirilmelidir.
Ancak mevcut sistemler, özellikle medya ve siyaset kurumlarının etkisiyle bu dengeyi yitirmiştir. Kadının her koşulda mağdur, erkeğin ise potansiyel fail olarak görülmesi, sağlıklı bir hukuk düzeninin önündeki en büyük engeldir. Bu bakış açısı, sadece erkekleri değil, aynı zamanda gerçek mağdur kadınları da korumasız bırakmaktadır. Çünkü adaletin terazisi eğildiğinde, herkes bir gün o terazinin altında ezilir.
Çürümeyi Önlemek Toplumsal Dirilişin Şartları
Toplumun çürümesi yalnızca ekonomik ya da siyasal krizlerle olmaz. Ahlaki çözülme, en sinsi ve en kalıcı yıkım şeklidir. Cinsiyet savaşları üzerinden kurgulanan bu ahlaki çözülme, sadece bireyleri değil, milletin ruh köklerini de kemirmektedir. Bu nedenle öncelikle bu yanlış yaklaşımları teşhis etmek, ardından da doğru bir toplumsal bilinçle yeniden inşa sürecini başlatmak gereklidir.
Kadın-erkek ilişkilerini çatışma değil, tamamlayıcılık üzerinden okumak gerekir. Birbirini bütünleyen bu iki farklı varlık, yaşamın hem fiziksel hem de duygusal anlamda denge noktasıdır. Erkeğin olduğu yerde kadının, kadının olduğu yerde erkeğin değerini anlamak, toplumun ruh sağlığı açısından hayati önemdedir.
Toplumsal Omurgayı Yeniden Ayağa Kaldırmak
İnsanlık mektebinin en temel derslerinden biri, farklılıkları çatışma değil, zenginlik olarak görebilmektir. Kadınla erkeği karşı karşıya getiren her söylem, her yasa ve her toplumsal algı biçimi; yarının kaosuna, bugün mayalanan bir harçtır. Bu yüzden gece olmadan gündüzün, su olmadan toprağın anlamı olmadığı gibi; kadınsız erkek, erkeksiz kadın da eksiktir, yarımdır.
Bugün yapılması gereken, cinsiyet temelli önyargıların, dayatmaların ve yasaların sorgulanması, bunların yerine gerçek adaleti ve karşılıklı anlayışı merkeze alan bir toplumsal sözleşmenin inşa edilmesidir. Her birey, karşısındaki bireyin cinsiyetinden çok insanlığını esas almalıdır. Bu anlayış, sadece adaleti değil, aynı zamanda barışı da getirecektir.
İnsan onuru, ne kadın ne de erkek olmaktan geçer. İnsan onuru, hakikati savunmaktan, adaleti tesis etmekten ve merhameti yaymaktan geçer. Selam ve muhabbetle...
Erol Kekeç/23.08.2018/Sancaktepe/İST
Yorumlar
Yorum Gönder