Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Dijitalleşme ve Ailenin Çözülüşü

  1. Ekran Çağında Kopan Bağlar Bir  zaman lar evler, sadece barınak değil, insan ruhunun en derin ihtiyaçlarını karşılayan kutsal alanlardı. Kapısı, güvenin sınırı; duvarları, ait olmanın temeli; sofraları ise  sevgi nin somutlaşmış hâliydi. Ancak dijital çağın ayak sesleri, bu eski ritmi bozdu. Ev, artık sessiz bir ışık hapsi; bir ekran labirenti hâline geldi. Anne ve  baba , yan yana oturuyor ama bakışları farklı pencerelerde geziniyor. Çocuk, ebeveynine dokunmadan büyüyor; birlikte geçirilen  zaman , yalnızca mekân paylaşımına indirgeniyor. Sohbetler, mesajlaşma baloncuklarıyla sınırlanıyor; kahkahalar, emojilerle çoğaltılıyor; gözyaşları ise sadece bir tık ötede bir simgeye dönüşüyor. Gerçek duygu, yerini gösteriye bırakmış durumda. Ekran ışığının soluk aydınlığı altında, birlikte yaşayan bireyler ruhen yabancılaşıyor. Sosyal medyanın sonsuz aynası, aileyi sürekli “kendi varlığını onaylamak zorunda olan bireyler” hâline getiriyor. Paylaşımlar, gerçek bağlar...
En son yayınlar

Anlamsızlığın Çağında Yaşamak

Bir gün, herkesin aceleyle bir yerlere gittiği o büyük şehirlerden birinde, bir adam durdu. Köşe başında, telefon ekranına bakan yüzler arasından bir anlığına başını kaldırdı. Gözleri, gri binaların tepesinde asılı bir gökyüzüyle karşılaştı — ne maviydi o gök, ne de karanlık; sanki bütün renklerini yutmuş, bir tür sessiz tükenişe bürünmüştü. Adam, o an fark etti: İnsanlar artık göğe değil, birbirlerinin onayına bakıyordu. Bir çağda yaşıyorduk ki, insan yavaşça insandan uzaklaşıyordu. Anlam, vitrinde süs olarak duruyor; ruh, indirimde satılıyordu. Düşünmek yorucu bir işti artık. Hissetmek, zaman kaybıydı. Ve insan, hissetmediği şeyleri yaşamaya razıydı. Her şey hızla ilerliyordu ama kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Saatler işliyor, ama zaman işlemiyordu. Düşünceler tüketiliyor, ama bilinç büyümüyor; yalnızlıklar artıyor ama insan kendiyle buluşmuyordu. Bizler, kendi içimize yabancılaşmış bir uygarlığın çocuklarıydık. Dış dünyanın anlamı, iç dünyanın sessizliğinde kaybol...

Tilkiliğin Psikolojisi ve Akıl Oyunu

İnsan dediğin varlık, çoğu zaman kendi zekâsına en çok hayran olandır. Ama ironiktir, en çok kendi zekâsına güvenen, genelde en kolay kandırılır. Çünkü övgüyle başlar oyun; sonra o övgü, insanın aklının etrafına görünmez bir zincir örer. Ve o zincir, “ben bilirim” duygusunun içinden geçerek kişiyi teslim alır. İşte tilkilik burada başlar: zekâyı değil, zekâ vehmini kullanmak. Zihinsel Yağlama-Övgüyle Uyuşturulan Akıl İnsan, akılla değil, onayla yaşar çoğu zaman. Kendini değerli hissetmek için dışsal bir kaynağa ihtiyaç duyar. Birisi onu över, “senin gibi düşünen az” der, “sen akıllısın” der, ve o an içsel savunma sistemi devreden çıkar. Bu an, manipülasyonun altın vaktidir. Zihin, övgüyle dopamin salgılar; dopamin, akıl yürütmeyi baskılar. Kişi artık eleştirel değil, duygusal bir dinleyiciye dönüşür. Tıpkı yavaşça ısıtılan suyun içindeki kurbağa gibi — önce sıcaklığı fark etmez, sonra zaten çıkamaz. Tilkilik budur, seni öyle bir över ki, o övgüyle birlikte kendi iraden...

Ayıp Olur Diyerek Çürüyen Ruhlar

  1. Ayıp Olur Mantığının Görünmez Zincirleri İnsanın hayatı boyunca sırtına yüklediği en ağır zincirlerden biri, “ayıp olur” diye başlayan düşüncelerdir. Bu zincirler, demirden değil görünmez ipliklerden örülüdür. Ama o iplikler, zamanla insanın kalbini, aklını ve iradesini öylesine sıkıca sarar ki, kişi kendisini köleleşmiş halde bulur. “Komşu kırılır, ayıp olur.” “Arkadaş gücenir, ayıp olur.” “Yakınım darılır, ayıp olur.” “Toplum ne der, ayıp olur.” Bu dört kelimelik cümleler, aslında insanı kendi hakikatinden uzaklaştıran büyülü sözler gibidir. İçinde merhamet, anlayış ve incelik varmış gibi görünür. Ama gerçekte, insanı kendisi olmaktan çıkarıp başkalarının menfaatine hizmet eden bir piyon haline getirir. Ayıp olur mantığı, başlangıçta “erdem” gibi durur. Sanki kırmamak, üzmemek, incitmemek adına ahlaki bir tercihtir. Fakat yıllar geçtikçe, bu mantığın insanı ne kadar hırpaladığını fark ederiz. Çünkü her “ayıp olur” dediğimizde, kendi gerçeğimizden bir parça daha çalarız. ...

Kırık Aynalar

  Yola çıkmak Her insanın hayatında bir gün, gitmeye karar verdiği bir an gelir. Bu gidiş bazen bir şehirden olur, bazen bir insandan, bazen de insanın kendi eski hâlindendir. Gitmek, aslında terk etmekten çok, yeniden başlamaktır. Çünkü insan kalabalıklar içinde de yalnız kalabilir; bazen kendi evinde bile yabancı gibi hissedebilir. İşte o an, gitmek bir mecburiyet değil, bir kurtuluş olur. Giderken, insan yanına çok şey alır. Çocukluğundan kalan kırıntılar, yarım kalmış dualar, söylenmemiş sözler… Bunların hepsi, farkında olmadan bavulun en ağır yükleri hâline gelir. İnsan sandığını, kıyafetlerini, eşyalarını geride bırakabilir, ama kırgınlıklarını, pişmanlıklarını ve umutlarını hep yanında taşır. Bir bilgenin dediği gibi: “İnsanın en ağır yükü kendi omzundadır; kimi taşır, kimi saklar, kimi unutur, kimiyle ömür boyu yaşar.” Gitmek, aynı zamanda yüzleşmektir. Yolda insan, en çok kendisiyle karşılaşır. Çünkü yol, sadece adımların toplandığı bir mesafe değil; yol, insanın içine doğ...