Bir gün, herkesin aceleyle bir yerlere gittiği o büyük şehirlerden birinde, bir adam durdu.
Köşe başında, telefon ekranına bakan yüzler arasından bir anlığına başını kaldırdı.
Gözleri, gri binaların tepesinde asılı bir gökyüzüyle karşılaştı — ne maviydi o gök, ne de karanlık; sanki bütün renklerini yutmuş, bir tür sessiz tükenişe bürünmüştü.
Adam, o an fark etti: İnsanlar artık göğe değil, birbirlerinin onayına bakıyordu.
Bir çağda yaşıyorduk ki, insan yavaşça insandan uzaklaşıyordu.
Anlam, vitrinde süs olarak duruyor; ruh, indirimde satılıyordu.
Düşünmek yorucu bir işti artık.
Hissetmek, zaman kaybıydı.
Ve insan, hissetmediği şeyleri yaşamaya razıydı.
Her şey hızla ilerliyordu ama kimse nereye gittiğini bilmiyordu.
Saatler işliyor, ama zaman işlemiyordu.
Düşünceler tüketiliyor, ama bilinç büyümüyor; yalnızlıklar artıyor ama insan kendiyle buluşmuyordu.
Bizler, kendi içimize yabancılaşmış bir uygarlığın çocuklarıydık.
Dış dünyanın anlamı, iç dünyanın sessizliğinde kaybolmuştu.
“Yaşamak mı, sadece sürmek mi?”
İnsan, artık “yaşam”ı bir süreç değil, bir performans olarak görüyordu.
Kendini göstermek, kendini bilmenin önüne geçmişti.
Fotoğraflar duyguların yerine geçmiş, kelimeler suskunlaşmıştı.
Herkes kendi hikâyesinin anlatıcısı değil, seyircisiydi.
Seyir hâlinde yaşamak — işte modern anlamın mezar taşı buydu.
Ve her şey öylesine fazlaydı ki…
Eşyalar, sözler, bilgiler, hedefler, fırsatlar…
Ama insanın içinde tarifsiz bir eksiklik büyüyordu.
Bu eksiklik, bir şeylerin yokluğundan değil, her şeyin fazlalığındandı.
Ruh, bu fazlalığın ağırlığı altında nefessiz kalmıştı.
Bir düşünür şöyle derdi: “İnsan, her şeyi elde ettiğinde, neden hâlâ mutsuz olduğunu sormaya başlar.”
İşte biz o sorunun çağında yaşıyoruz.
Cevabı olmayan soruların, anlamı kalmayan kelimelerin, doyurulmamış ruhların çağında.
Artık acı çekmek bile yapaydı; çünkü gerçek acı bile sahneye konuyordu.
Ruhun çürümesi sessiz olur
Bir toplumun çöküşü gürültüyle değil, sessizlikle başlar.
İnsanlar konuşur, ama kimse dinlemez.
Kalabalıklar vardır ama kimse kimseye dokunmaz.
Ve insan, kendi iç sesini susturacak kadar çok sesin içinde yaşar.
O iç ses, bir zamanlar Tanrı’nın yankısıydı — şimdi ise bildirim sesleri arasında kaybolmuştur.
Modern insan, Tanrı’yı değil, anlamı kaybetti.
Çünkü Tanrı, anlamın kaynağıydı.
Onun kaybı, insanın kendi merkezini yitirmesiydi.
Bu çağda en büyük yoksulluk, sevgi ya da ekmek değil; mana yoksulluğudur.
Ve mana yoksulluğu, her şeyi bol ama hiçbir şeyi hakiki olmayan bir dünyayı doğurur.
Zihin dolu ama kalp boştur.
Bilgi artmış, bilgelik azalmıştır.
Kütüphaneler yükselmiş, ama kitaplar artık kimsenin kalbine dokunmaz olmuştur.
Çünkü insan okumaz, tüketir.
Düşünmez, paylaşır.
Sevmez, beğenir.
Ve sonunda yaşamak, bir “paylaşım eylemine” indirgenir.
Anlamdan Kaçışın Konforu
İnsana anlam sormak, onu rahatsız eder.
Çünkü anlam, konforu bozar.
Sorgulamak, iç huzuru değil; iç devrimi getirir.
O yüzden insanlar artık sorgulamak istemez; “inandırılmak” ister.
Kendine ait bir fikir taşımak, yük gibidir.
O yükü taşımamak için düşünceyi dışarıya devrederiz: medyaya, reklamlara, trend listelerine…
Bir zamanlar filozoflar “kendini bil” derdi.
Şimdi algoritmalar diyor: “Seni senden iyi biz biliyoruz.”
Ve insan buna razı oluyor.
Çünkü düşünmenin bedeli yalnızlıktır, oysa kalabalıklar içinde kaybolmak bedelsizdir.
Ama bilmez ki, yalnız kalmayanın sesi olmaz.
Bu çağın insanı, anlamı kaybettiğini bile fark etmiyor.
Çünkü sahte anlamlar üretilmiş durumda:
Mutluluk = tüketim, özgürlük = seçenek fazlalığı, sevgi = dikkat çekmek.
Oysa bunlar, ruhun yerine konmuş plastik simgelerden ibarettir.
Gerçek anlam, sessizliğin, sabrın ve içe dönüşün derinliğinde saklıdır.
Zembereği Boşalmış Ruh
İnsanın iç zembereği artık dönmüyor, ya da dönüyorsa da bir şeye hizmet etmiyor.
Zemberek dönüyor, ama zaman işlemiyor; hareket var, ilerleme yok.
Ruhsal bir saat bozulmuş gibi, ibre hep aynı yeri gösteriyor: hiçlik.
O hiçliğin ortasında insan, anlamlı bir yaşam arıyor — ama aradığı yer, bizzat o hiçliğin kendisi.
Yani insan, kurtuluşu yine kendi labirentinde arıyor.
Tükenmiş bir çağda yeniden tükenmeyi seçiyor.
Çünkü yeniden doğmak için önce ölmek gerekir, ama biz artık “ölüm” kelimesini bile tüketim malzemesi yaptık.
Bu çağın trajedisi, ölümden korkması değil; ölmeden yaşamaya razı olmasıdır.
Bir Ses Kalır- Vicdanın Fısıltısı
Yine de, bu anlamsızlığın ortasında bir ses var.
Ne kadar gürültü yükselirse yükselsin, o ses bazen bir çocuk ağlamasında, bazen bir yaşlının duasında, bazen bir mazlumun sessizliğinde yankılanıyor.
O ses, insanın en derin yerinde unutulmuş vicdanın sesi.
Anlam orada hâlâ yaşıyor.
Belki tozun altında, belki karanlığın içinde; ama ölmedi.
Çünkü anlam, insanın icadı değil, insanın hatırlayışıdır.
Unuttuğumuz, yeni bir şey değil — zaten içimizde olanı kaybettik sadece.
Bir gün yeniden hatırladığımızda, zaman yeniden işlemeye başlayacak.
Zemberek yeniden kurulacak.
Ve insan, ilk defa gerçekten yaşayacak.
Erol Kekeç/23.10.2025/Sancaktepe/İST

Yorumlar
Yorum Gönder