Ana içeriğe atla

Kırık Aynalar

 


Yola çıkmak

Her insanın hayatında bir gün, gitmeye karar verdiği bir an gelir. Bu gidiş bazen bir şehirden olur, bazen bir insandan, bazen de insanın kendi eski hâlindendir. Gitmek, aslında terk etmekten çok, yeniden başlamaktır. Çünkü insan kalabalıklar içinde de yalnız kalabilir; bazen kendi evinde bile yabancı gibi hissedebilir. İşte o an, gitmek bir mecburiyet değil, bir kurtuluş olur.

Giderken, insan yanına çok şey alır. Çocukluğundan kalan kırıntılar, yarım kalmış dualar, söylenmemiş sözler… Bunların hepsi, farkında olmadan bavulun en ağır yükleri hâline gelir. İnsan sandığını, kıyafetlerini, eşyalarını geride bırakabilir, ama kırgınlıklarını, pişmanlıklarını ve umutlarını hep yanında taşır.

Bir bilgenin dediği gibi:
“İnsanın en ağır yükü kendi omzundadır; kimi taşır, kimi saklar, kimi unutur, kimiyle ömür boyu yaşar.”

Gitmek, aynı zamanda yüzleşmektir. Yolda insan, en çok kendisiyle karşılaşır. Çünkü yol, sadece adımların toplandığı bir mesafe değil; yol, insanın içine doğru açılan bir aynadır. Yolda insan, unuttuğunu sandığı hatıralarla karşılaşır. Bir kahve kokusunda annesini, bir şarkının tınısında eski dostlarını, bir taşın sessizliğinde kendi sabrını bulur.

Bu yüzden söylenmiştir:

Ve işte o yol, insana şunu öğretir: Kalmak da bir cesarettir, gitmek de. Fakat her ikisinin de sonunda insanın varacağı tek yer vardır: Kendi gerçeği.

 Yüklerin Gölgesinde

İnsan bazen arkasına dönüp bakar; omuzlarındaki yükleri tek tek saymak ister. Ama yüklerin en ağır yanı, saymakla bitmeyen tarafıdır. Çocukluktan kalma kırgınlıklar, gençlikte yarım kalan hayaller, olgunlukta taşınamayan sorumluluklar… Hepsi aynı çantada, insanın sırtında taşınır.

Ben de bakıyorum çantama: Yarım kalmış dostluklar, suskun kaldığım haksızlıklar, dilimin ucuna gelip de söyleyemediğim sözler. Her biri bir taş, her biri bir gölge. Yük ağırlaştıkça insan bazen “bırakıp gitmeyi” düşünür. Fakat insanı esas zorlayan yük, sırtındaki değil, kalbindeki taştır.

Çünkü hayat bana şunu öğretti:
“İnsan, kendi kalbinin hamalıdır; sırtındakiler değil, içindekiler yorar.”

Yıllarca iş hayatında koşuşturdum, başarı diye peşinden sürüklendim. Her adımda biraz daha yorgun düştüm. Sonra fark ettim ki, “başarı” dedikleri şey, aslında kalabalıkların önünde açılan kısa bir perdeymiş. O perde kapanınca, herkes kendi yalnızlığıyla baş başa kalıyormuş.

İşte o yalnızlıkta anladım:
“Başarının ölçüsü alkış değil, vicdanının huzurudur.”

Akrabalarla, dostlarla, insanlarla ilişkilerimde de kırgınlıklar birikti. Söylenmeyen sözler, yanlış anlaşılan bakışlar, hiç edilmeyen özürler… İnsan zamanla şunu öğreniyor:
Akrabalık kanla kurulur, ama gönülle yaşar. Gönül kuruyunca kan da yetmez.”

Ve sağlık… Ömrüm boyunca sağlığın ne büyük bir hazine olduğunu hep kaybettikçe fark ettim. Düşünmeden tükettiğim bedenim, bana en ağır faturaları kesti. Çünkü insanın aslında sahip olduğu en değerli mal, kendi bedenidir.

Hayat bana bunu fısıldadı:
“Bedenine zulmeden, ruhuna da merhamet edemez.”

Şimdi dönüp bakınca görüyorum: Her bir yük aslında bir öğretmenmiş. Kırık dişlerim bana sabrı, yarım kalan işlerim bana kabullenmeyi, kaybolan umutlarım bana yeniden başlamayı öğretmiş.

Ve ben, bu yolda şunu anladım:

 Umut ve Diriliş

Hayat, her şeye rağmen devam ediyor. Kırılmış kanatlar yeniden açılabiliyor, karanlığa gömülmüş yollar yeniden aydınlanabiliyor. İnsanın içindeki kıvılcım, her düşüşten sonra yeniden doğabilmesi için yaratılmıştır.

Ben de çok kez düştüm. Dizlerim kanadı, yüreğim yaralandı, umutlarım küle döndü. Ama sonra bir sabah, gökyüzüne baktım. Bulutların ardında yine güneşin olduğunu gördüm. Ve o an fark ettim:
“Küllerinden doğmak, sadece masallara ait bir şey değil; insana bahşedilmiş en büyük yetenektir.”

Zamanla öğrendim ki, insanın yeniden doğabilmesi için önce kendine inanması gerekir. Hiç kimse senin adına ayağa kalkmaz, hiç kimse senin yerine nefes almaz. İnsan kendini kaldırmadıkça, umut da gelmez.

“Umut, gökten inen bir ışık değil, içimizden yükselen bir sestir.”

Geçmişte kırılan hayallerime üzülürken şunu düşündüm: Belki de onlar kırıldığı için ben yeniden şekillendim. Belki de acılarım, yeni yollar açmak için beni zorladı. Çünkü hiçbir acı boşuna değildir; her biri bir dönüşümün işaretidir.

Ve şimdi biliyorum ki:
“Acılar, ruhun kabuğunu çatlatır; içinden ışık sızsın diye.”

Hayatın yükleri, kırgınlıkları, kayıpları bana başka bir hakikati de öğretti: İnsan, sadece kendisi için yaşamaz. Çevresine verdiği umut, başkalarına gösterdiği merhamet, bıraktığı iz, aslında kendi yolunu da aydınlatır.

O yüzden artık biliyorum:
“İyilik, insanın yeniden doğuşunun en güçlü kanadıdır.”

Bugün yola devam ederken, arkama baktığımda yüklerimi değil, derslerimi görüyorum. Önüme baktığımda ise belirsizlik değil, ihtimaller görüyorum. Çünkü yol dediğimiz şey aslında geleceğe değil, kendimize çıkar.

Ve ben, bütün yaşadıklarımla şunu öğrendim:

İnsan ve İnsanlık-Kalbin Aynası

İnsanın kendini tanımasının en önemli yollarından biri, başka insanlarla kurduğu bağlardır. Çünkü insan, aynaya bakarak yüzünü görür; ama kalbini, ancak başka kalplere dokunarak fark eder.

Çocukken bir gün büyüklerimden biri bana şöyle demişti:
“İnsanı insan yapan, insanla olan ilişkisidir.”
O zamanlar bu söz bana sadece güzel bir öğüt gibi gelmişti. Fakat yıllar geçtikçe gördüm ki, insanın gerçek değeri yalnızca kendisinde değil, başkalarına verdiği sevgide, gösterdiği şefkatte saklıdır.

Ne kadar zengin olursak olalım, ne kadar güçlü görünürsek görünelim, eğer kalbimiz başkalarının acısına kapalıysa, aslında en büyük fakirliği yaşıyoruz. Çünkü insanın en büyük zenginliği, gönlünde taşıdığı merhamettir.

Merhamet, kalbin en sessiz ama en gür sesidir.”

Hayat bana gösterdi ki, insanlar arasındaki bağların değeri, küçük ama derin hareketlerde saklıdır. Bir tebessüm, bir selam, bir omza dokunuş… Belki koca bir dünyayı değiştirmez ama bir kalbi onarabilir. Ve bazen bir kalbi onarmak, bütün bir dünyayı güzelleştirmeye yeter.

Düşündükçe fark ettim ki, aslında insanın en büyük aynası karşısındaki insandır. Öfke gösterdiğimizde, karşımızdakinin gözlerinde kendi öfkemizi görürüz. Sevgimizi sunduğumuzda, bize dönen ışık yine kendi kalbimizin yansımasıdır.

Kalbin aynası insandır; ne yansıtırsan, sana geri döner.”

Toplumun gürültüsünde çoğu zaman bu aynayı kırıyoruz. Kimi zaman bencilliğimizle, kimi zaman hırslarımızla, kimi zaman da sevgisizliğimizle. Ama o ayna kırıldığında, sadece başkaları değil, aslında biz de eksiliyoruz.

Bu yüzden insanın yolculuğunda, diğer insanlara yaklaşma biçimi çok önemlidir. Çünkü bir gün geldiğinde, malın, makamın, şöhretin değil, gönüllere bıraktığın izler kalır. Ve o izler seni yaşatır.

Şunu öğrendim:
“İnsanın ölümsüzlüğü, gönüllerde bıraktığı izdedir.”

Zaman ve Yol-Hayatın Sessiz Öğretmeni

Hayat, insana en çok zamanı öğreterek yol aldırır. Zaman öyle bir öğretmendir ki dersini yüksek sesle vermez; bağırmaz, azarlamaz, açıklamaz. Sessizdir, sakindir ama etkisi derindir. İnsan, ancak geriye dönüp baktığında onun verdiği dersleri fark eder.

Bir gün yolda yürürken içimden şöyle geçti:
Gerçekten de böyledir. Çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluğa doğru ilerleyen insan, yaşadığı her anın aslında bir hazırlık olduğunu sonradan anlar. Sanki zaman, insanı ince ince işler; olgunlaştırır, şekillendirir, törpüler.

Yol dediğimiz şey de aslında zamandan bağımsız değildir. Çünkü her yol, insanı hem bir yere götürür hem de içinde biriktirdikleriyle büyütür. Yola çıkan kişi, sadece varacağı noktayı değil, yolun kendisini de öğrenir. Yol, bazen dostlukları öğretir, bazen sabrı, bazen de kaybetmenin ağır ama öğretici gerçeğini.

Zaman öğretir, yol sınar.”

Hayatta en çok unuttuğumuz şeylerden biri şudur: Bir yere varmak için koşarken yolun kendisini yaşamayı unutuyoruz. Hep varış noktasına odaklanıyoruz. Oysa gerçek mutluluk, yolun üzerindeki küçük duraklardadır: dostlarla içilen bir çay, rastgele duyulan bir türkü, çocukların oyun oynarken çıkardığı kahkaha, gökyüzünden süzülen yıldızın düşerken bıraktığı iz…

Zamanla anladım ki, acele edenler yolun tadını kaçırıyor. O yüzden insanın kendine sorması gerekiyor:
“Ben bu yolu sadece varmak için mi yürüyorum, yoksa bu yolun kendisini de yaşamayı biliyor muyum?”

“Zaman sabrı öğretir, yol şükrü.”

İnsanın en büyük sınavlarından biri de zamana karşı gösterdiği tutumdur. Kimi zaman sabırsız oluruz, her şey hemen olsun isteriz. Ama zaman, acele etmeyenlerin yanında olur. Çünkü bir meyve, vaktinden önce koparıldığında tatlı değil acı olur. Hayat da böyledir: Vakti geldiğinde güzelliklerini sunar.

Ve yol… Yol bazen daralır, bazen genişler, bazen taşlıdır, bazen çiçeklidir. Ama yolun niteliği değil, yolcunun tutumu önemlidir. Yol bazen seni sınar, bazen de ödüllendirir. O yüzden yolun hakkını vermek gerekir.

Bugün dönüp baktığımda şunu söylüyorum:
“Zaman insana olgunluğu, yol insana hikmeti öğretir.”

Umudun Gücü-Karanlıkta Işığı Aramak

Hayatın en zor anlarında insana tutunacak tek dal kalır: umut.
Umut, görünmeyeni görme sanatı, olmayanı var gibi hissetme gücüdür. İnsanın kalbine gizlenmiş en güçlü ışıktır. Çünkü umut, karanlığın içinde bile yol gösteren bir işaret fişeği gibidir.

İnsan bazen öyle anlar yaşar ki, önünü göremez, yollar kapanır, bütün kapılar yüzüne kapanmış gibi olur. Tam da o anlarda, derinlerden bir ses fısıldar:
“Sabret, bir şeyler değişecek.”
İşte o sesin adı umuttur.

Umut, insanın yüreğine düşen küçücük bir kıvılcımken, büyüdükçe koca bir ateşe dönüşür. Yeter ki o kıvılcımı koruyabilelim. Çünkü umudu kaybeden, yolunu da kaybeder. Ama umudunu diri tutan, en zor şartlarda bile ayağa kalkar.

Karanlığa sövmek kolaydır, ama bir mum yakmak umuttur.”

Hayatta pek çok insan karanlığa söver, dert yanar, şikâyet eder. Ama asıl kıymetli olan, o karanlıkta bir ışık yakabilmektir. O ışık bazen bir dostun sözü olur, bazen bir çocuğun masum gülüşü, bazen de içinden gelen sabırlı bir dua…

Umut, sadece yarını beklemek değildir. Umut, yarını kurma azmidir. İnsan, umudu olduğu sürece yenilmez. Çünkü umut, insana hareket ederken güç, dururken sabır, düşerken yeniden kalkma iradesi verir.

Benim öğrendiğim en önemli şeylerden biri şudur:

Karanlık anlar geçicidir, ama umut kalıcıdır. Ne kadar uzun sürerse sürsün, gecenin sabahı vardır. Ne kadar sert eserse essin, fırtınanın da dineceği bir vakit vardır. Ve ne kadar ağır olursa olsun, hiçbir yük umudu olan bir yüreğin altından kalkamayacağı kadar büyük değildir.

İnsanın Kendisiyle Yolculuğu-İç Sesin Rehberliği

Hayatın en uzun ve en derin yolculuğu, dışarıya değil, insanın kendi içine yaptığı yolculuktur. Çünkü insan, başkalarını tanımadan önce kendi ruhunu tanımak zorundadır.

Dışarıdaki yollar bir gün biter, taşlar dökülür, tabelalar kaybolur, ama iç yolculuk hiç bitmez. Her yeni gün, insanın kendine sorduğu yeni sorularla başlar:
“Ben kimim? Ne için varım? Nereye gidiyorum?”

Bu sorular, insanın iç sesinin rehberliğidir. Ama o ses, çoğu zaman dış dünyanın gürültüsüyle bastırılır. Başkalarının sözleri, beklentileri, dayatmaları… İnsan, kalabalıkların ortasında kendi sesini duyamaz hale gelir. Oysa gerçek yolculuk, sessizlikte başlar.

“İnsanın en büyük keşfi, kendi içine yaptığı yolculuktur.”

Bir insan, kendi iç sesini dinlemeyi öğrendiğinde, yolunu bulur. Çünkü insanın iç sesi, ona doğruyu da yanlışı da gösterir. Vicdan dediğimiz şey, aslında iç sesin en berrak hâlidir. Bir kötülük yaparken içimizde bir sıkıntı duyuyorsak, o ses bize “yanlış yoldasın” demektedir. Bir iyilik yaptığımızda kalbimizin huzurla dolması ise, “işte bu senin yolun” demektir.

İnsanın kendisiyle yolculuğu, bir hesaplaşma değil; bir arınma sürecidir. Kendi hatalarını görmek, kabullenmek, onlardan ders almak… Ve her düşüşten sonra daha güçlü kalkmayı öğrenmek.

Bu yolculukta insan bazen kendinin en sert hâkimi olur, bazen de en şefkatli dostu. Çünkü insan, kendi içinde hem yaralarını hem de merhemini taşır.

Kendini bilen, yolunu bulur.”

Kendini tanımak, başkalarının gözüyle değil, kendi özünün gözüyle bakabilmektir. Bu bakış, insanı özgürleştirir. Çünkü insan kendini tanıdığında, artık başkalarının onayına ihtiyaç duymaz. Onu yücelten de, küçülten de kendi vicdanıdır.

Sabır ve Zaman-Hayatın En Büyük Öğretmenleri

Hayatta öyle anlar vardır ki insan ne yaparsa yapsın sonuç alamaz, ne kadar çabalarsa çabalasın kapılar açılmaz. İşte o anlarda devreye giren iki büyük öğretmen vardır: Sabır ve Zaman.

Sabır, insana beklemeyi öğretir; zamanı geldiğinde her şeyin yerli yerine oturacağını hatırlatır. Zaman ise sabrın mükâfatını getirir. İkisi birlikte insanı olgunlaştırır, hayatın iniş çıkışlarını anlamlandırır.

“Sabreden, zamana güvenen insan kaybetmez.”

Bir tohumun toprağa düştüğünü düşünelim. Hemen ertesi gün bir ağaç olmasını bekleyemezsiniz. Önce toprağın altında karanlık bir sabır süreci vardır. Sonra filiz verir, rüzgârlara, yağmurlara, güneşin hararetine direnerek büyür. Zamanla kök salar, gövdesi güçlenir, dalları meyve verir. İnsan hayatı da böyledir. Her emek, her dua, her çaba önce sabırla yoğrulur; sonra zaman onu olgunlaştırır.

Sabır, sadece beklemek değildir. Sabır, beklerken umudu korumaktır. Zaman, sadece geçip gitmek değildir. Zaman, doğru yerde duran sabırlıya armağan edilen bir ödüldür.

“Her şeyin bir vakti vardır.”

İnsan bazen acelecidir. Hemen olsun ister, hemen gelsin, hemen değişsin… Ama hayatın matematiği farklı işler. Çiçek açmadan meyve olmaz. Güneş doğmadan gün aydınlanmaz. İnsan sabretmediğinde kendini yıpratır, sabrettiğinde ise zamanı kendi lehine işler hale getirir.

Zaman, bazen yaraları iyileştirir, bazen acıları unutturur, bazen de gerçeği ortaya çıkarır. İnsan ne kadar çırpınırsa çırpınsın, zamanı hızlandıramaz. Ama zamanı doğru yaşadığında, onun en büyük hediye olduğunu fark eder.

“Sabır insana güç, zaman insana umut verir.”

İyiliğin Gücü-Küçük Bir Dokunuşun Büyük Yankısı

Hayatta çoğu zaman büyük şeyler ararız. Büyük başarılar, büyük mutluluklar, büyük değişimler… Oysa asıl büyük olan çoğu zaman küçücük şeylerde saklıdır. Küçük bir tebessüm, yolda düşen birini kaldırmak, bir çocuğun başını okşamak ya da yolda gördüğün bir kedinin karnını doyurmak… İşte bütün bunlar küçük görünür, ama etkisi hiç de küçük değildir.

Küçük bir iyilik, bazen bir insanın bütün hayatını değiştirir.”

Bir insan yorgun, kırgın, umutsuz olabilir. O an duyduğu tek bir güzel söz, yeniden ayağa kalkması için ona güç verir. Küçük bir iyilik, insanın ruhunda yankılanır ve oradan başka kalplere yol bulur. Bir kişinin gönlünde açılan ışık, başkalarının da karanlığını aydınlatır.

İyiliğin en güzel tarafı, karşılık beklemeden yapılmasıdır. Çünkü gerçek iyilik, çıkar hesabı yapmaz. İnsan sırf içinden geldiği için, sırf vicdanı öyle istediği için iyilik yapar. O yüzden gönülden yapılan her iyilik, evrene bırakılmış bir tohum gibidir; zamanı geldiğinde başka yerlerde filizlenir.

“İyilik bulaşıcıdır.”

Birine yardım edersiniz, o kişi bir gün başka birine yardım eder. Birine gülümsersiniz, o da başka birine gülümser. Küçücük bir iyilik, zincirleme bir etkiyle koca bir toplumu güzelleştirebilir. Bu yüzden iyilik aslında bir insana değil, bütün insanlığa yapılır.

Hayatın yükü ağırdır, ama iyilik bu yükü hafifletir. Çünkü insan hem başkasının yükünü alır, hem de kendi yüreğini ferahlatır. İyilik yapan, aslında en çok kendisine iyilik yapar.

“İyiliğin değmediği kalp, gerçek anlamda ısınmış sayılmaz.”

İnsan İnsana Bakınca Kendini Görür

İnsan, yalnızca kendisine bakarak eksiklerini göremez. Bazen hayatın en berrak aynası, başka insanların gözleridir. Çünkü biz aslında birbirimizde kendi yansımamızı görürüz.

Birine nasıl davrandığımız, kim olduğumuzun en açık göstergesidir. Eğer birine merhametle yaklaşır, onun acısını paylaşır, ona saygı gösterirsek; aslında kendi içimizde taşıdığımız güzelliği sergileriz. Ama eğer küçümser, kırar ya da yok sayarsak; içimizdeki eksikliği de açık etmiş oluruz.

“İnsan, insanın aynasıdır.”

Bu söz, hayata dair en sade ama en derin hakikatlerden biridir. Çünkü insan, bir başkasında kendi vicdanını, kendi ahlakını, kendi kalbini görür. Karşısındaki insana nasıl bakıyorsa, aslında kendine öyle bakıyordur.

Bir başkasının mutluluğuna sevinebilen, kendisi için de sevinçlerin yolunu açar. Bir başkasının acısına üzülmeyen ise, kendi acılarında yalnız kalır. Hayat böyle bir döngüye sahiptir: Ne verirsen, geri dönüp seni bulur.

“İyiliğe iyilik her insanın harcıdır, ama kötülüğe karşı bile iyilik gösterebilmek işte gerçek erdemdir.”

İnsan insana bakınca aslında kendi kalbini görür. Bu yüzden başkalarının yüzünde gördüğün tebessüm, senin gönlünden doğar. Bir başkasının kalbinde hissettirdiğin huzur, senin vicdanının derinliğinden gelir.

Hayatın aynası dışarıda değil, karşındadır. Her insan sana bir şey öğretir; kimi sabrı, kimi şükrü, kimi de sınır koymayı. Sen ne görürsen, o aslında sende var olandır.

Hayatın Büyük Dersleri

Hayat, bize sandığımızdan daha fazla ders sunar. Her gün, her insan, her olay aslında bize bir şeyler öğretir. Yeter ki bakmayı, duymayı ve hissetmeyi bilelim.

İnsanı büyüten şey, sadece başarıları değil; yaşadığı kırgınlıklar, yenilgiler, kayıplar ve yeniden başlama cesaretidir. Hayat, insanı acılarla olgunlaştırır, sevinçlerle diriltir, umutla yeniden yürütür.

Bu yolculukta gördük ki:

  • Vicdan, insanın en büyük rehberidir.

  • Merhamet, kalbin en güçlü silahıdır.

  • Adalet, insanı insan yapan en temel ölçüdür.

  • Sevgi, en yıkılmaz köprüdür.

  • Sabır ve umut, en karanlık geceleri bile aydınlatır.

Ve en önemlisi, “İnsan insana ayna gibidir.” Karşımızdakine nasıl bakıyorsak, aslında kendimize öyle bakıyoruzdur.

Bu anlatımlarım boyunca işlenen düşünceler, tek bir hakikatin etrafında dönüp durdu: İnsanı insan yapan, kalbinin içindeki iyiliktir. Eğer o iyiliği büyütürsek dünya yaşanılır olur; küçültürsek, hayat karanlığa gömülür.

Hayat, bize verilmiş en büyük emanettir. Ve insan, bu emaneti anlamlı kılacak tek varlıktır. Kendi ışığımızı söndürmezsek, başkalarının yolunu da aydınlatabiliriz.

Erol Kekeç/15-19.03.2025/Namazgah/İST

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamana Karşı Yarış-Kaçınılmaz Tükeniş

Hayat, bir yürüme bandında koşmaya benzer. İlk başta her şey kolaydır, tempo rahattır, nefesiniz düzenlidir, yürüyüşünüz dengelidir. Ancak zaman ilerledikçe, bandın hızı artmaya başlar. Siz farkına bile varmadan, ayaklarınız temposunu kaybetmeye başlar. Önce hızlanmaya çalışırsınız, sonra yetişmeye, en sonunda ise sadece ayakta kalabilmek için çabalarsınız. İşte tam da burada hayatın gerçeği ile yüzleşirsiniz: Zaman hızlanırken siz yavaşlarsınız. Bu ters orantı, insanın doğumundan ölümüne kadar süren kaçınılmaz bir süreçtir. Gençken her şey sınırsız görünür. Zaman bol, fırsatlar sonsuzdur. Hayat sanki hep böyle sürecekmiş gibi gelir. Koşu bandına yeni çıkmış bir insan gibi, adımlarınız güçlüdür, dizleriniz sağlam, nefesiniz derindir. Ancak yıllar geçtikçe fark edilmeden bandın hızı artmaya başlar. Önce küçük değişiklikler olur: Günler daha hızlı geçmeye başlar, sabahlar akşamlara daha çabuk bağlanır, yıllar su gibi akıp gider. Sonra bir gün, durup geriye bakarsınız. Ne kadar yol kat et...

İnsan Olabilmek ve İnsan Kalabilmek- En Zor Sınav

Hayatın acımasız gerçekleriyle yoğrulan bu dünyada, insan olabilmek ve insan kalabilmek, belki de en çetin sınavdır. Çoğu zaman iyilikle kötülüğün, doğrulukla yalanın birbirine karıştığı, erdemlerin zayıflık olarak görüldüğü bir düzende, vicdanı temiz tutarak yaşamak, suyun üzerinde yürümek kadar zor olabilir. Ama yine de bu zorluğu göze almak, insana gerçek değerini kazandıran, ruhunu yücelten ve onu sıradanlıktan çıkaran yegâne yoldur. Cömert Olursun, Aptal Sanırlar Cömertlik, insanın kalbindeki zenginliğin dışa vurumudur. Paylaşmak, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktır. Ancak bu dünyada, cömert insanlar çoğu zaman aptal sanılır. Çünkü toplum, çoğunlukla hesaplılığı, bencilliği ve çıkarcılığı zekâ belirtisi olarak görür. Örneğin, mal varlığını hayır işlerine adayan bir zengin, çoğu kişinin gözünde "malını çarçur eden saf" olarak nitelendirilir. Cömertliğini kötüye kullananlar, onun merhametini zayıflık olarak algılar. Hz. Ali'nin dediği gibi: ...

Hangi Okulu Bitirdiğinin Ne Önemi Var Ki?

  Toplum, bireyleri değerlendirmek için genellikle diploma ve akademik başarıları temel kriter olarak belirler. Bir insanın hangi okulu bitirdiği, ne kadar eğitim aldığı ve hangi akademik unvanlara sahip olduğu, ona biçilen sosyal statü için belirleyici unsurlar olarak kabul edilir. Ancak, insanlık tarihine ve yaşanan toplumsal olaylara baktığımızda, bu anlayışın gerçek anlamda bir insanın değerini yansıtmadığını görürüz. Eğitim ve Ahlaki Değerler Eğitim, bireye bilgi kazandırır ancak insanlığı, ahlaki değerleri ve vicdani sorumluluğu kazandırmaz. Bir insan Harvard, Oxford veya Boğaziçi gibi prestijli üniversitelerden mezun olabilir ama eğer insanlıktan, adaletten ve merhametten yoksunsa, bu eğitimin bir anlamı var mıdır? Tarih bize göstermiştir ki en üst düzey eğitimi almış, çok sayıda akademik dereceye sahip insanlar bile zalimliğe, adaletsizliğe ve ahlaki yozlaşmaya düşebilmektedir. Nazi Almanya'sında doktoraları olan bilim insanları, gaddar deneylere imza atmış; en iyi okullard...