Ana içeriğe atla

İnsan Varoluşunun Yolculuğu


Yaşamak ile Anlam Arasındaki Uçurum

İnsan, yalnızca yaşamak için yaratılmış olsaydı, bugüne dek göğe şehirler diken, okyanusları aşan, yıldızlara ulaşmayı hayal eden bir varlık olmazdı.
Bedenin hayatta kalması, ruhun da hayatta kaldığı anlamına gelmez.
Gözleri açık bir şekilde ömrünü tüketen, ama aslında yaşamayan milyonlarca insan, bunun kanıtıdır.

Yaşamak, biyolojik bir olgudur.
Anlamlı yaşamak ise ruhsal bir seçimdir.

İşte bu yüzden, “İnsan varoluşunun sırrı yalnız yaşamak değil, uğruna yaşanılacak bir değere sahip olmaktır” sözü, insanlık tarihi boyunca tekrar tekrar farklı dillerde, farklı coğrafyalarda, farklı inançlarda söylenmiş, ama özü değişmemiş bir hakikattir.

Homo sapiens, yalnızca avlanmak, üremek, barınmak için değil; uğruna öleceği, uğruna yaşayacağı idealler, inançlar, sevdalar, davalar bulmak için yaratılmış gibidir.
Antik Yunan’da bu “arete” idi — erdem.
Doğu’da “dharma” — kutsal görev.
Semavi dinlerde “emanet” — insanın sırtına yüklenen ilahi sorumluluk.

İnsanı insan yapan, uğruna ter döktüğü, gözyaşı akıttığı, fedakârlık yaptığı şeydir.
Eğer böyle bir değer yoksa, hayat bir dekor, insan ise o dekorun içinde dolaşan bir gölgeden ibarettir.

Değersizliğin Sessiz Çöküşü

Tarih, yalnızca savaşların, kralların, icatların değil; aynı zamanda çöküşlerin de hikâyesidir.
Çöken imparatorlukların çoğu, askerî yenilgiden değil, değer kaybından çökmüştür.
Roma, fethedilmez göründüğü çağlarda bile, lüks ve çıkarcılık içinde değerlerini yitirmiş; çürümüş sütunlar, önce ruhlarda, sonra şehirlerde yıkılmıştır.

Değerini kaybeden toplumlar, önce kendi geçmişlerine yabancılaşır.
Sonra bireyler, kendi iç seslerine yabancılaşır.
En sonunda, herkes birbirine yabancı olur.

Bugünün modern şehirlerinde, teknolojinin sağladığı konforun ardında görünmez bir çürüme vardır.
İnsan, daha hızlı iletişim kurar ama daha az konuşur.
Daha çok bağlantı kurar ama daha az dost edinir.
Bilgisi artar ama hikmeti eksilir.

Ve belki de en tehlikelisi, artık neye inanacağını bilmez.
Çünkü inanç —dini ya da seküler— boşluk kabul etmez.
Boş kalan alan, tüketimle, eğlenceyle, geçici tutkularla doldurulur.
Ama tüm bunlar, susuzluğunu deniz suyu içerek gidermeye çalışmak gibidir:
Ne kadar içersen iç, susuzluğun artar

Uğruna yaşanacak Değerin Doğası

Peki, değer nedir?
Değer, hayatın üzerine inşa edildiği görünmez sütundur.
O, insanın içindeki pusuladır; karanlıkta bile yönünü bulmasını sağlar.
Değerler, sadece inanç ya da ideoloji değildir.
Bir insan için “hakikat” olabilir, başkası için “adalet”, bir diğeri için “güzellik” ya da “merhamet”.

Burada önemli olan, değerin omurgalı olmasıdır.
Yani, rüzgâr gibi esip değişmemesi.
Günün modasına, toplumun geçici heveslerine göre şekil almaması.

Felsefede, değerler ikiye ayrılır:

  • Evrensel değerler: Tüm insanlık için geçerli olan hakikatler (doğruluk, adalet, özgürlük).

  • Kişisel değerler: Bireyin kendi hayat deneyimi ve vicdanı ile seçtiği amaçlar.

Büyük değerler genellikle acıdan doğar.
Çünkü insan, ancak kaybettiğinde kıymeti anlar; ancak karanlıkta ışığın anlamını fark eder.
Bu yüzden, uğruna yaşanacak değerler genellikle fedakârlık ister.

Tarih Boyunca Değeri Uğruna Yaşayanlar 

Dünyayı değiştirenler, çoğunlukla kalabalığın alkışladığı değil, kalabalığın anlamadığı insanlardır.

Sokrates, hakikati savunduğu için baldıran zehrini içti.
Hz. İsa, merhameti ve adaleti uğruna çarmıha gerildi.
Galileo, dünyanın döndüğünü söylediği için kilisenin öfkesini göze aldı.
Gandhi, şiddetsiz direniş uğruna hapsedildi.
Malcolm X, inandığı özgürlük uğruna canını verdi.

Bu isimler, uğruna yaşadıkları değer uğruna bedel ödediler.
Ve tarih, bu bedelleri ödeyenleri asla unutmuyor.

Modern İnsan İçin Değerin Zorunluluğu 

Bugünün insanı, tarihte hiç olmadığı kadar bilgiye sahip.
Ama bilgi, anlamın garantisi değil.
Google’da birkaç saniyede binlerce cevap bulabiliriz, ama kalbimizdeki tek soruya cevap bulamayabiliriz:
“Ben ne için varım?”

Modern dünyanın hız çağında, değerini kaybetmiş insanın ortak belirtileri var:

  • Sürekli meşgul ama içten içe boş hissetmek.

  • Her şeye yetişmek isterken hiçbir şeye bağlanamamak.

  • Tükenmişlik sendromunu “normal” sanmak.

Ve en önemlisi: Kendi hayatının seyircisi olmak.
Sanki başkasının hikâyesinde figüranmış gibi yaşamak.

Oysa değer, insanı kendi hikâyesinin kahramanı yapar.

Değer Seçiminin Sorumluluğu

Bir insan, hangi değeri hayatının merkezine koyacağına karar verdiği an, aslında kendi geleceğini de seçmiş olur.
Çünkü seçtiğin değer, seni şekillendirir.
Adımlarını, dostlarını, düşmanlarını, alışkanlıklarını, hatta korkularını bile o belirler.

İşte bu yüzden, değer seçimi, özgürlük kadar ağır bir sorumluluk taşır.
Özgür olmak, istediğini yapmak değil; doğru olanı seçmektir.
Ve doğru seçim, çoğu zaman kolay olan değildir.

Tarih boyunca, kolay olanı seçenler kalabalıkta kayboldu; zor olanı seçenler ise iz bıraktı.
İnançsızlığın cazibesi, inancın sorumluluğundan gelir.
Korkusuzluğun maskesi, aslında derin bir boşluğu saklar.

Değerini seçmek, aynı zamanda bedelini kabul etmektir.
Çünkü uğruna yaşanacak değerler, seni bazen yalnız bırakır, bazen hedef haline getirir, bazen de sana bütün dünyanın karşısında tek başına durmayı öğretir.

Hz. Muhammed’in Mekke’de tebliğine başladığında maruz kaldığı boykot, Gandhi’nin İngilizlere karşı yürüyüşünde gördüğü şiddet, Mandela’nın yıllarca süren hapis cezası… Bunların her biri, değer seçiminin bedelidir.
Ama işte tam da bu bedel, değeri anlamlı kılar.

Değerin Hayata Katılması 

Bir değeri seçmek, onu sadece zihinde taşımak değildir.
O değeri hayatının her alanına nakşetmek gerekir.
Çünkü değer, eylemle var olur.

“Adalet” dediğinde, yalnızca adaletli olmayı istemek yetmez; adaletle davranmak gerekir.
“Merhamet” dediğinde, sadece acımak değil, acıyı dindirecek bir şey yapmak gerekir.
“Doğruluk” dediğinde, yalnızca doğruyu bilmek değil, yalanı reddetmek gerekir.

Büyük düşünürler, değerin üç aşaması olduğunu söyler:

  1. İdrak – Değerin farkına varmak.

  2. İnanç – Onun doğruluğuna yürekten inanmak.

  3. İcraat – Ona uygun şekilde yaşamak.

İlk iki adım zihinsel ve ruhsaldır; ama üçüncü adım, gerçek dönüşümü başlatır.
Bu yüzden, değerler üzerine konuşmak kolaydır, yaşamak ise cesaret ister.

Değerin Dönüştürücü Gücü 

Uğruna yaşanacak bir değer bulduğunda, hayatın yönü değişir.
Artık sabah uyanmak için bir nedenin vardır.
Zorluklar seni yıpratmak yerine güçlendirir; çünkü onların, seni sınamak için geldiğini bilirsin.

Değerin en büyük mucizesi, sadece seni değil, etrafındakileri de dönüştürmesidir.
Bir insanın kararlı ve onurlu duruşu, onlarca kişiye ilham verebilir.
Tarih boyunca devrimleri başlatan, çoğu zaman tek bir insanın yüreğindeki ateştir.

İşte bu yüzden, değer taşıyan bir insan, yaşarken bile “ölümsüz”dür.
Çünkü onun etkisi, bedeni toprağa karışsa bile devam eder.
Bu, dinlerin “amel defteri” dediği, felsefenin “etki zinciri” dediği şeydir.

Küresel Boşluk ve Son Uyarı 

Bugünün dünyası, teknolojik olarak en parlak çağında ama ruhsal olarak en karanlık zamanını yaşıyor.
Ekonomi büyüyor, ama vicdan küçülüyor.
Bilgi artıyor, ama bilgelik azalıyor.
Bağlantılar çoğalıyor, ama ilişkiler zayıflıyor.

Ve bu hız, insanı anlamdan koparıyor.
Zaman, hiç olmadığı kadar hızlı akarken, insan kendi değerini unutuyor.

İşte bu, bir çağrıdır:
Henüz vakit varken, değerini bul.
Henüz son kapı kapanmadan, hayatının yönünü değiştir.
Çünkü tarihin en acı gerçeği şudur: Uyarılar, genellikle çok geç duyulur.

Uğruna Yaşamak Uğruna Ölmek 

İnsan, ancak uğruna yaşadığı değerle gerçek anlamda var olur.
O değer yoksa, hayat sahte bir dekor, insan ise rolünü unutan bir oyuncudur.
Ama o değer varsa, hayat bir sahne değil, bir davadır.

Senin davan ne?
Senin uğruna yaşayacağın şey ne?
Senin hayatına yön verecek, seni sabah yatağından kaldıracak, acıya tahammül ettirecek şey ne?

Bu sorulara cevabın yoksa, henüz başlamamışsın demektir.
Cevabın varsa, o zaman bil ki senin yolculuğun, sana değil, senden sonrakilere de ışık olacak.

Ve unutma:
İnsan varoluşunun sırrı yalnız yaşamak değil, uğruna yaşanılacak bir değere sahip olmaktır.
Çünkü o değer, seni hem bu dünyada diri tutar, hem de adını zamanın ötesine taşır. "Hedefiniz belli ise uğruna katlanacağınız acıların hepsi kutsaldır...."

Erol Kekeç/01.08.2025/Sancaktepe/İST

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamana Karşı Yarış-Kaçınılmaz Tükeniş

Hayat, bir yürüme bandında koşmaya benzer. İlk başta her şey kolaydır, tempo rahattır, nefesiniz düzenlidir, yürüyüşünüz dengelidir. Ancak zaman ilerledikçe, bandın hızı artmaya başlar. Siz farkına bile varmadan, ayaklarınız temposunu kaybetmeye başlar. Önce hızlanmaya çalışırsınız, sonra yetişmeye, en sonunda ise sadece ayakta kalabilmek için çabalarsınız. İşte tam da burada hayatın gerçeği ile yüzleşirsiniz: Zaman hızlanırken siz yavaşlarsınız. Bu ters orantı, insanın doğumundan ölümüne kadar süren kaçınılmaz bir süreçtir. Gençken her şey sınırsız görünür. Zaman bol, fırsatlar sonsuzdur. Hayat sanki hep böyle sürecekmiş gibi gelir. Koşu bandına yeni çıkmış bir insan gibi, adımlarınız güçlüdür, dizleriniz sağlam, nefesiniz derindir. Ancak yıllar geçtikçe fark edilmeden bandın hızı artmaya başlar. Önce küçük değişiklikler olur: Günler daha hızlı geçmeye başlar, sabahlar akşamlara daha çabuk bağlanır, yıllar su gibi akıp gider. Sonra bir gün, durup geriye bakarsınız. Ne kadar yol kat et...

İnsan Olabilmek ve İnsan Kalabilmek- En Zor Sınav

Hayatın acımasız gerçekleriyle yoğrulan bu dünyada, insan olabilmek ve insan kalabilmek, belki de en çetin sınavdır. Çoğu zaman iyilikle kötülüğün, doğrulukla yalanın birbirine karıştığı, erdemlerin zayıflık olarak görüldüğü bir düzende, vicdanı temiz tutarak yaşamak, suyun üzerinde yürümek kadar zor olabilir. Ama yine de bu zorluğu göze almak, insana gerçek değerini kazandıran, ruhunu yücelten ve onu sıradanlıktan çıkaran yegâne yoldur. Cömert Olursun, Aptal Sanırlar Cömertlik, insanın kalbindeki zenginliğin dışa vurumudur. Paylaşmak, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktır. Ancak bu dünyada, cömert insanlar çoğu zaman aptal sanılır. Çünkü toplum, çoğunlukla hesaplılığı, bencilliği ve çıkarcılığı zekâ belirtisi olarak görür. Örneğin, mal varlığını hayır işlerine adayan bir zengin, çoğu kişinin gözünde "malını çarçur eden saf" olarak nitelendirilir. Cömertliğini kötüye kullananlar, onun merhametini zayıflık olarak algılar. Hz. Ali'nin dediği gibi: ...

Hangi Okulu Bitirdiğinin Ne Önemi Var Ki?

  Toplum, bireyleri değerlendirmek için genellikle diploma ve akademik başarıları temel kriter olarak belirler. Bir insanın hangi okulu bitirdiği, ne kadar eğitim aldığı ve hangi akademik unvanlara sahip olduğu, ona biçilen sosyal statü için belirleyici unsurlar olarak kabul edilir. Ancak, insanlık tarihine ve yaşanan toplumsal olaylara baktığımızda, bu anlayışın gerçek anlamda bir insanın değerini yansıtmadığını görürüz. Eğitim ve Ahlaki Değerler Eğitim, bireye bilgi kazandırır ancak insanlığı, ahlaki değerleri ve vicdani sorumluluğu kazandırmaz. Bir insan Harvard, Oxford veya Boğaziçi gibi prestijli üniversitelerden mezun olabilir ama eğer insanlıktan, adaletten ve merhametten yoksunsa, bu eğitimin bir anlamı var mıdır? Tarih bize göstermiştir ki en üst düzey eğitimi almış, çok sayıda akademik dereceye sahip insanlar bile zalimliğe, adaletsizliğe ve ahlaki yozlaşmaya düşebilmektedir. Nazi Almanya'sında doktoraları olan bilim insanları, gaddar deneylere imza atmış; en iyi okullard...