Ana içeriğe atla

Akademik Sistem Eleştirisi-2

 


Öğrenci Üzerindeki Akademik ve Psikolojik Baskı - İdealsizleştirilen Gençlik

Üniversiteler sadece bilim üretim merkezleri değil, aynı zamanda karakter inşa eden, bireyi hayata hazırlayan kurumlar olmalıdır. Ancak günümüzde öğrenciler, bu işlevin çok uzağında bir üniversite hayatıyla karşı karşıyadır. Akademik olarak yetersiz müfredatlar, niteliksiz eğitimciler, fırsat eşitsizliği, sınav odaklılık ve ideallerin yerini alan mezuniyet kaygısı; gençliği ruhen çoraklaştırmaktadır. Üniversite yılları artık entelektüel gelişim değil, 'diplomaya ulaşma' süreci olarak görülmektedir.

Üniversitelerde öğrenciler not ortalaması uğruna öğrenmeyi değil, ezberlemeyi öğreniyor. Düşünmeyi değil, sistemin beklentilerine göre davranmayı öğreniyor. Bu da onları soru soramayan, eleştiremeyen, alternatif üretemeyen bireyler haline getiriyor. Akademik baskılar, gelecek kaygısı, ekonomik sorunlar ve toplumsal beklentiler gençliği adeta kıskaca alıyor. Öğrenci kulüpleri politikleştiriliyor, özgür alanlar sınırlandırılıyor, farklı fikirlerin ifadesi cezalandırılıyor.

Ayrıca öğrenciler, birçok üniversitede akademik mobbingin, adaletsiz not uygulamalarının ve keyfi disiplin cezalarının mağduru olmaktadır. Danışmanlık sistemleri işlevsiz, kariyer planlaması yetersiz, rehberlik desteği zayıftır. Gençlik, hayal kurmak yerine işsizlik korkusuyla yaşamak zorunda bırakılmıştır. Ne istediğini bilmeyen, sadece "ne yaparsam ayakta kalırım" diye düşünen bir öğrenci profili oluşmuştur.

Peki ne olmalıydı? Üniversiteler, öğrenciye hayal kurdurmalıydı. Onlara bilgiye ulaşma yollarını öğretmeli, kişisel yeteneklerini keşfetmelerini sağlamalıydı. Üniversite yılları, yalnızca diploma değil; hayatı anlama, sorumluluk alma, topluma katkı sunma becerilerinin geliştiği bir dönem olmalıydı. Öğrencinin özgüveni desteklenmeli, düşünen ve cesaret eden bireyler yetiştirilmeliydi.

Bugün öğrenciler üniversiteden mezun olduklarında yalnızca bir diploma değil; büyük bir boşlukla, aidiyetsizlikle ve yorgunlukla çıkıyorlar. Bu durum sadece birey için değil, ülke için de bir kayıptır. Çünkü geleceğini kuracak olanlar, umutlu ve idealist gençlerdir. Onlar susturulursa, ülkenin de sesi kesilir.

Akademisyenlikten Bürokrasiye - Bilimin Yerine Yönetime Tapanlar

Akademisyenlik bir düşünce eylemidir; bilimin, sorgulamanın, cesaretin temsilidir. Ancak günümüz üniversitelerinde birçok akademisyen bu idealleri terk etmiş, yerini bürokrasiye, koltuk savaşına, iktidar yakınlığına bırakmıştır. Akademik unvanlar artık bilimsel üretimle değil, yönetim kadrolarına yakınlıkla alınmakta, liyakat yerine sadakat ödüllendirilmektedir.

Rektörlük seçimleri kaldırılmış, dekanlar merkezden atanır hale gelmiştir. Fakülte yönetimleri rektöre bağlı, rektörler ise siyasi iktidara bağımlı hale gelmiştir. Bu yapı içinde kalan akademisyenler; özgürlüğü değil, uyumu; bilimsel etik değil, otoriteye sadakati benimsemek zorunda kalmıştır. İdari görevi olan birçok akademisyen araştırmayı bırakmış, bürokratik bir memura dönüşmüştür.

Üniversiteler proje üretmez, bilimsel atılımlarda bulunmaz hale gelmiştir. Bunun yerine bütçeyi nasıl alırız, hangi ihaleye nasıl gireriz, hangi protokole kim imza atar, kim hangi komisyonda olur gibi konular gündemde yer almaktadır. Akademik yayınlar, dosya doldurmak için hazırlanmakta; içerik kalitesi değil, şekil şartları gözetilmektedir.

Bu tablo, üniversitelerde özgün düşüncenin yerini konformizme, araştırmanın yerini yönetim stratejilerine, bilimsel cesaretin yerini siyasi hesaplara bırakmasına neden olmuştur. Akademisyenlerin ünvanı vardır ama içi boşalmıştır. Çünkü bilgi değil, pozisyon kazanımı esastır. Böyle bir ortamda gerçek bilim adamı barınamaz, gelişemez.

Yeniden akademik onuru tesis etmek için; idari görevler akademik başarıyla ilişkilendirilmeli, üniversite yönetimleri özerk ve şeffaf yapılar haline getirilmeli, bilimsel üretim teşvik edilmelidir. Akademik yükselmeler sadece yayın sayısı değil, etki alanı ve toplumsal katkı kriterleriyle ölçülmelidir. Aksi takdirde üniversiteler sadece "unvanlı suskunlar"ın barındığı mekanlara dönüşür.

Devletin Akademiye Müdahalesi ve YÖK Gerçeği - Bilimin Üzerindeki Gölge

Türkiye'de yükseköğretimin çehresi 1980 darbesiyle birlikte köklü biçimde değişti. Bu değişimin baş mimarı olan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), o günden bugüne üniversiteler üzerindeki devlet vesayetinin sembolü olmuştur. Akademik özerklik ilkesi, YÖK eliyle sistematik biçimde budanmış, üniversiteler merkezi otoritenin birer uzantısına dönüşmüştür.

Rektörlerin atanması, akademik kadro alımları, program açma-kapama kararları, öğrenci kontenjanları gibi pek çok alan merkezi otoritenin müdahalesine açık hale gelmiştir. Bu da üniversitelerin bağımsız düşünce ve özgür bilim üretme imkanını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bilimsel değil, politik kararlarla şekillenen bir akademik sistem oluşmuştur.

YÖK ayrıca üniversiteleri 'bir örnek' hale getirmiştir. Her üniversite aynı müfredatı, aynı sınav sistemini, aynı kriterleri uygulamak zorundadır. Oysa bilimde çeşitlilik esastır. Her üniversitenin kendi uzmanlık alanları, yerel dinamikleri, araştırma alanları olması gerekir. Ancak bu merkeziyetçilik, üniversiteleri kişiliksizleştirmiştir.

Üstelik YÖK, bir denetleme ve düzenleme kurumu olma vasfını da yitirmiştir. Akademideki usulsüz kadro atamaları, yayın sahtekarlıkları, etik dışı davranışlar karşısında sessiz kalmakta; çoğu zaman da üstünü örtmektedir. Böyle bir yapının akademik kaliteyi artırması mümkün değildir.

Gerçek bir reform, ancak YÖK’ün yetkilerinin sınırlandırılması, üniversitelerin kendi yönetim yapılarını belirleyebildiği, özerk, hesap verebilir ve katılımcı bir modele geçilmesiyle mümkün olacaktır. Bilim, korkuyla değil özgürlükle büyür. Bu gölge kalkmadan üniversiteler ışığa ulaşamaz.

Üniversitenin Toplumsal Sorumluluğu - İçeri Kapanan Değil, Toplumu Aydınlatan Akademi

Üniversite, sadece bilim üretme yeri değil; aynı zamanda toplumun vicdanıdır. Toplumsal sorunlara duyarlı, çözüm arayan, adaletin ve özgürlüğün yanında duran bir yapıdır. Ancak günümüzde üniversiteler bu rolünü yitirmiştir. Toplumdan kopmuş, kendi içine kapanmış, akademik jargona hapsolmuş, halkla ilişkisini kaybetmiş bir görüntü sergilemektedir.

Üniversiteler artık çevresini gözetmez. Yoksulluk, çevre sorunları, işsizlik, göç,insan hakları, gençlik problemleri gibi temel konulara ilgi göstermez. Oysa bir üniversite, içinde bulunduğu topluma dair sorumluluk hissetmelidir. Araştırmalar, toplumun dertlerine dokunmalı; üniversite toplumla iç içe yaşamalıdır.

Bugün üniversitelerde kamu yararı yerine 'kişisel çıkar' öne çıkmıştır. Akademik yayınlar, uluslararası indekslere girmek için yazılır; ama yerel sorunlara çözüm getirmez. Öğrenci projeleri, vitrinlik sunumlara dönüşmüştür. Üniversite-toplum işbirliği sadece protokol belgelerinde yer almaktadır.

Oysa üniversiteler, halkın yanında durmalı, haksızlıklara ses çıkarmalı, doğruyu savunmalı, yanlışları eleştirebilmelidir. Bilimsel bilgi sadece dergilerde değil, sokakta, okulda, tarlada, fabrikada da konuşulmalıdır. Üniversite toplumla konuşmalı, halktan kopmamalıdır.

Bu bağlamda yapılması gereken; üniversite-toplum ilişkisini güçlendirecek sosyal sorumluluk projeleri geliştirmek, yerel yönetimlerle ortak çalışmalar yürütmek, halkla birlikte düşünen ve üreten bir akademik yapı kurmaktır. Ancak bu şekilde üniversiteler yeniden aydınlık merkezleri olabilir.

Bu makalede, Akademik apoletlerin ardında gizlenen boşluklardan, gençliğin umutlarını törpüleyen sistemlere; bilimden uzaklaşmış yöneticilerden, merkeziyetçiliğin baskısı altındaki yapılara ve topluma sırtını dönen üniversite anlayışına kadar pek çok sorun açığa çıkarılmıştır.

Bu yazı bir eleştiri olduğu kadar, aynı zamanda bir çağrıdır. Üniversiteleri yeniden bilim, vicdan ve umut merkezlerine dönüştürmek için; suskun değil cesur akademisyenlere, edilgen değil sorgulayan öğrencilere, korkak değil vizyoner yöneticilere ihtiyaç vardır. Bilim ancak özgür bir atmosferde, liyakatli kadrolarla, toplumla iç içe büyüyebilir.

Hakikat için konuşanlar, tarihte hep zorlanmıştır. Ama ilerleme, konfor alanından değil, risk alanından gelir. Üniversiteler risk almadan, konforunu terk etmeden; aydınlık bir gelecek kurulamaz.

Erol Kekeç/03.Nisan-2025/Sancaktepe/İST

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamana Karşı Yarış-Kaçınılmaz Tükeniş

Hayat, bir yürüme bandında koşmaya benzer. İlk başta her şey kolaydır, tempo rahattır, nefesiniz düzenlidir, yürüyüşünüz dengelidir. Ancak zaman ilerledikçe, bandın hızı artmaya başlar. Siz farkına bile varmadan, ayaklarınız temposunu kaybetmeye başlar. Önce hızlanmaya çalışırsınız, sonra yetişmeye, en sonunda ise sadece ayakta kalabilmek için çabalarsınız. İşte tam da burada hayatın gerçeği ile yüzleşirsiniz: Zaman hızlanırken siz yavaşlarsınız. Bu ters orantı, insanın doğumundan ölümüne kadar süren kaçınılmaz bir süreçtir. Gençken her şey sınırsız görünür. Zaman bol, fırsatlar sonsuzdur. Hayat sanki hep böyle sürecekmiş gibi gelir. Koşu bandına yeni çıkmış bir insan gibi, adımlarınız güçlüdür, dizleriniz sağlam, nefesiniz derindir. Ancak yıllar geçtikçe fark edilmeden bandın hızı artmaya başlar. Önce küçük değişiklikler olur: Günler daha hızlı geçmeye başlar, sabahlar akşamlara daha çabuk bağlanır, yıllar su gibi akıp gider. Sonra bir gün, durup geriye bakarsınız. Ne kadar yol kat et...

Hangi Okulu Bitirdiğinin Ne Önemi Var Ki?

  Toplum, bireyleri değerlendirmek için genellikle diploma ve akademik başarıları temel kriter olarak belirler. Bir insanın hangi okulu bitirdiği, ne kadar eğitim aldığı ve hangi akademik unvanlara sahip olduğu, ona biçilen sosyal statü için belirleyici unsurlar olarak kabul edilir. Ancak, insanlık tarihine ve yaşanan toplumsal olaylara baktığımızda, bu anlayışın gerçek anlamda bir insanın değerini yansıtmadığını görürüz. Eğitim ve Ahlaki Değerler Eğitim, bireye bilgi kazandırır ancak insanlığı, ahlaki değerleri ve vicdani sorumluluğu kazandırmaz. Bir insan Harvard, Oxford veya Boğaziçi gibi prestijli üniversitelerden mezun olabilir ama eğer insanlıktan, adaletten ve merhametten yoksunsa, bu eğitimin bir anlamı var mıdır? Tarih bize göstermiştir ki en üst düzey eğitimi almış, çok sayıda akademik dereceye sahip insanlar bile zalimliğe, adaletsizliğe ve ahlaki yozlaşmaya düşebilmektedir. Nazi Almanya'sında doktoraları olan bilim insanları, gaddar deneylere imza atmış; en iyi okullard...

İnsan Olabilmek ve İnsan Kalabilmek- En Zor Sınav

Hayatın acımasız gerçekleriyle yoğrulan bu dünyada, insan olabilmek ve insan kalabilmek, belki de en çetin sınavdır. Çoğu zaman iyilikle kötülüğün, doğrulukla yalanın birbirine karıştığı, erdemlerin zayıflık olarak görüldüğü bir düzende, vicdanı temiz tutarak yaşamak, suyun üzerinde yürümek kadar zor olabilir. Ama yine de bu zorluğu göze almak, insana gerçek değerini kazandıran, ruhunu yücelten ve onu sıradanlıktan çıkaran yegâne yoldur. Cömert Olursun, Aptal Sanırlar Cömertlik, insanın kalbindeki zenginliğin dışa vurumudur. Paylaşmak, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktır. Ancak bu dünyada, cömert insanlar çoğu zaman aptal sanılır. Çünkü toplum, çoğunlukla hesaplılığı, bencilliği ve çıkarcılığı zekâ belirtisi olarak görür. Örneğin, mal varlığını hayır işlerine adayan bir zengin, çoğu kişinin gözünde "malını çarçur eden saf" olarak nitelendirilir. Cömertliğini kötüye kullananlar, onun merhametini zayıflık olarak algılar. Hz. Ali'nin dediği gibi: ...