Yaşamak ile Anlam Arasındaki Uçurum İnsan, yalnızca yaşamak için yaratılmış olsaydı, bugüne dek göğe şehirler diken, okyanusları aşan, yıldızlara ulaşmayı hayal eden bir varlık olmazdı. Bedenin hayatta kalması, ruhun da hayatta kaldığı anlamına gelmez. Gözleri açık bir şekilde ömrünü tüketen, ama aslında yaşamayan milyonlarca insan, bunun kanıtıdır. Yaşamak, biyolojik bir olgudur. Anlamlı yaşamak ise ruhsal bir seçimdir . İşte bu yüzden, “İnsan varoluşunun sırrı yalnız yaşamak değil, uğruna yaşanılacak bir değere sahip olmaktır” sözü, insanlık tarihi boyunca tekrar tekrar farklı dillerde, farklı coğrafyalarda, farklı inançlarda söylenmiş, ama özü değişmemiş bir hakikattir. Homo sapiens, yalnızca avlanmak, üremek, barınmak için değil; uğruna öleceği, uğruna yaşayacağı idealler, inançlar, sevdalar, davalar bulmak için yaratılmış gibidir. Antik Yunan’da bu “arete” idi — erdem. Doğu’da “dharma” — kutsal görev. Semavi dinlerde “emanet” — insanın sırtına yüklenen ilahi sorumluluk. İnsan...
Ailenin Temeline Kurulan Hukuki Tuzak Aile, bir toplumun temelidir. O temelin üzerine medeniyet kurulur, kültür inşa edilir, ahlak yayılır, nesil yeşerir. Ne var ki son yirmi yılda özellikle Batı menşeli ideolojik ve hukuki müdahalelerle bu temel delik deşik edilmiştir. Sözde “kadın hakları” adına çıkarılan yasalar, adaletin terazisini bozmuş, aileyi ayakta tutan dengeleri parçalamıştır. İstanbul Sözleşmesi ve onun zemin hazırladığı 6284 sayılı yasa gibi metinlerle, kadın korunurken erkek hedef alınmış, suçlu gösterilmiş ve ailenin en mahrem alanı devletin ceberut eliyle denetlenir hale getirilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada bir kadın, yalnızca beyanıyla kocasını "tecavüzcü" ilan edebilir ve bu beyan –çoğu vakada– delil bile aranmadan bir erkeğin hayatını mahvetmeye yeterli olur. İşte hukukun siyasallaştığı, cinsiyet temelli bir ideolojiye dönüştüğü, modern faşizmin şekil değiştirmiş halidir bu. Evli bir kadının, karı-koca ilişkileri içindeki rıza dışı bir anı, bir tart...