Dünya, zulmün ve haksızlığın katran karası bir örtü gibi insanlığın üzerine çöreklendiği bir dönemden geçiyordu. Adalet, vicdan, merhamet gibi kavramlar bir bir silinmiş, yerini hırs, çıkar ve duyarsızlık almıştı. Kalpler sönmüş, yüzler maskelenmiş, insanlar kendi çıkarları uğruna başkalarının acılarını seyretmekten dahi çekinmez hale gelmişti. İşte böyle bir dönemde, kendi içindeki ışığı söndürmeyen, karanlığa rağmen ışığını taşıyan bir insan vardı: adı bilinmeyen ama yüreği insanlığın pusulası olan bir adam. Adını bilmeye gerek yoktu, çünkü o bir şahıstan çok bir duruşu, bir yaşam biçimini, bir mücadeleyi temsil ediyordu.
Bu adam, içsel bir arınmadan geçmiş, nefsini eğitmiş, kalbini hakikatle yoğurmuştu. O, hiçbir dış temizlikle yetinmiyor, öncelikle iç dünyasını temizlemeye gayret ediyordu. Çünkü biliyordu ki içi kirli birinin dışı ne kadar parlatılsa da bir gün dökülecekti. O yüzden önce içini yıkadı. Kırıklarını sarıp sarmaladı, karanlık noktalarına ışık tuttu, korkularını Allah'a teslim etti. Yani ne varsa kendinde, onu değiştirmeye koyuldu. Değişti. Dönüştü. Ve sonra dış dünyaya yöneldi.
Bu adam için sorumluluk yalnızca bir ahlaki çağrı değil, varoluşsal bir zorunluluktu. "Ben varsam, bu zulme karşı bir sözüm olmalı," diyordu. Omuzlarındaki yük onu ezmiyor, bilakis ayakta tutuyordu. Her yeni güne "bugün daha fazlasını yapmalıyım" diyerek başlıyordu. Onun için bir mazlumun duası, bin alkıştan daha değerliydi. Bir çocuğun gözlerindeki umut, tüm dünyanın süslerinden daha kıymetliydi.
İnsanların çoğu "ben tek başıma ne yapabilirim ki?" diyerek kenara çekilirken, o bu düşünceye şiddetle karşı çıkıyordu. Çünkü o biliyordu ki, bir kıvılcım bin yangına vesile olabilir. Karanlık bir odada bir mum yakmak, tüm karanlığı yok etmese de oradaki tüm gözlerin görmesini sağlar. İşte bu adam da bir kıvılcımdı. Ama öyle bir kıvılcımdı ki, yürekleri tutuşturan, zihinleri uyandıran, iradeleri ayağa kaldıran bir ateşe dönüşüyordu.
Bu adam sadece söz söylemiyor, eylemiyle konuşuyordu. Suskunluk çağında haykırmak kolaydı ama o susması gereken yerde bile hakkı söylemekten çekinmiyordu. Çünkü onun sükûtu bile konuşuyordu. Duruşu bile direnişti. Onun her hali bir mesajdı. Sessiz yürüyüşleri bile adaletin ayak sesiydi.
Zulme uğrayan coğrafyalarda o vardı. Aç kalan çocukların başını okşayan, mahzun gözlere umut serpen bir eldi o. Herkesin kaçtığı yere o koşuyor, herkesin sustuğu yerde o konuşuyordu. Çünkü o, insan olmak ne demektir sorusuna yaşayan bir cevaptı. İnsanlığını yitirmemiş, aksine insanlığın kaybolduğu noktada insanlık nöbetine durmuştu.
Onun için mücadele bir görev değil, bir nimetti. Allah'ın lütfu olarak görüyordu yüklenmiş olduğu her sorumluluğu. O yüzden şikâyet etmiyordu. Zorlandığında geri çekilmiyor, aksine daha çok sarılıyordu davasına. Yalnız bırakıldığında boynunu bükmüyor, göğe kaldırıyordu başını. O, yardımını sadece Allah'tan bekleyen, insanlara umut aşılayan, yürüdüğü yolu dikenli de olsa aşkla yürüyen biriydi.
Ve öyle zamanlar oldu ki, elindeki her şeyini kaybetti. Malını, sağlığını, dostlarını, hatta ailesini... Ama içindeki ışığı hiç kaybetmedi. Çünkü o ışık, dışarıdan gelmiyordu. O, içeriden, ta derinden parlıyordu. Her nefes alışında o ışık yeniden yanıyordu. Her gözünü kapattığında içsel bir huzurla Allah’a yöneliyor, “Beni yolda bırakan herkes gidebilir, yeter ki Sen benimle kal Ya Rabbi” diyordu.
İşte bu içsel ışık, onu yeryüzünde bir meşaleye dönüştürdü. İnsanlar onun yanına geldiklerinde içlerini aydınlatıyor, karanlıklarını fark ediyor, yeniden doğmuş gibi hissediyorlardı. O, bir öğretmen değildi ama herkes ondan öğreniyordu. O, bir lider değildi ama herkes arkasından yürüyordu. O, bir kahraman değildi ama herkes onun cesaretine hayran kalıyordu.
Bu adam hiçbir zaman "ben büyük işler yaptım" demedi. Zaten derdi büyük işler yapmak değil, yaptığı işi büyük bir yürekle yapmaktı. Bir çocuğa su uzatırken bile elleri titrerdi. Çünkü her hareketinin Allah’a arz edileceğini biliyordu. Onun için amel, yalnızca görünürde bir iş değil, Allah katında şahitlikti. "Allah beni görüyorsa yeter" diyordu. Ve Allah onu öyle bir görünür kıldı ki, nice kalplerde taht kurdu, nice yüreklerde iz bıraktı.
Ve bir gün o adam bu dünyadan göçtü. Arkasında büyük binalar, servetler, şöhretler bırakmadı. Ama bir şey bıraktı: iz. Kalplere düşen iz, vicdanlara dokunan iz, hakikati hatırlatan iz. Onun adı unutuldu belki ama onun izi silinmedi. Onun yaşadığı hayat, tarihe bir tanıklık olarak yazıldı. "İçindeki ışığı söndürmeyen bir adam vardı," diye başlayan bir anlatıyla anıldı.
İşte bu adamın hayatından alacağımız dersler saymakla bitmez. Ama en önemlisi şudur:
İçini temizlemeden dışı temizlemek bir aldatmacadır.
Vicdan, karanlıkta parlayan bir kandil gibidir; eğer ona sahip çıkarsan seni yolun sonuna kadar götürür.
Küçük bir kıvılcım bile, eğer samimi ise, koskoca bir ormanı aydınlatabilir.
Sorumluluk sadece yük değil, bir onurdur.
İnsan, başkalarının rızasıyla değil, Allah'ın rızasıyla yürümelidir.
Ve her ne olursa olsun, içindeki ışığı söndürme. Çünkü dünyayı değiştirmek istiyorsan, ilk kıvılcımı sen yakmalısın.
Ey insan, Eğer zulmün karanlığında bir mum olmak istiyorsan, Önce içindeki karanlıkla yüzleş. Onu temizle. Arın. Sonra yürümeye başla. Çünkü bu çağın kahramanı, içini temiz tutan ve dışına hakikati yansıtan adamdır.
Ve sen… O adam olabilir misin? Yoksa sadece izleyenlerden mi olursun?
Cevap sende... Ve ışık içindeyse, hiç sönmeyecek demektir.
Erol Kekeç/30.05.2025/Namazgah/İST
Yorumlar
Yorum Gönder