Ana içeriğe atla

SONA BİR HARF KALA "Z" NESLİ

 Z kuşağı olarak adlandırılan,1999 doğumlular veya 95 ve sonrası gençler üzerinde hesap yapanların tüm hesapları ellerinde patlayacağından kimsenin kuşkusu olmasın...Tüm ideolojik yaklaşımlar bu gençlerin yaşamına Bir şeyler sunmaktan mahrum kaldı. Dinler de bu gençliği anlayacak düzeyde dini yaşadığını söyleyenlerce dışlandı ve gençlikle aralarına duvarlar ördü. Duvarın öbür tarafından anlaşılmayan dilde mitolojik masallarla gençlerin yüreklerine hitap etmeyi düşündü ama düşündüğü kendi avucunda kaldı. Çünkü gençler, çok hızlı yaşadıklarından onların yaşamıyla yol alacak düzeyde bir din mottosu ortada yoktu. Dini sunanlar, bu gençlere daha çok şekiller ve ibadetler boyutuyla yaklaştı ama bu şekillerin onların yaşamlarına katacağı bir artı olmadığından dine karşı da bir lakaytlık kendiliğinden gelişmeye başladı. Dinin sadece bireye standart ve ibadetlerden oluşan bir fıkıh algısının din diye dayatılması onların dincilere ve dolayısıyla Dine karşı da güvenlerini zedeledi. Çünkü Dini yaklaşımda bulunanların yaşamlarındaki dengesizlik ve ve yaşama dokunmayan, zulmün gölgesinde kalan din algısı yerini yavaş yavaş kendisinden nefret edilecek tohumları geride bırakarak bu gençlerin yaşamlarından uzaklaştı. Sonrasında ne oldu dersiniz, bu gençlik fıtratlarını yok sayamadıklarından sadece tanrı inancıyla dinin yaşanabileceğini diğer anlatılanların tamamının onların yaşamlarındaki gelecek süreci kısıtlamaya yönelik bir tavır olduğu kanısını onlarda oluşturdu. Bu kanaate giden yol dışardan onlara dayatılan dinin içeriğinin yaşama dokunmaması ve onların hayatına bir değişim ve farkındalık kazandırmamasıydı. Oysa onların görmek istedikleri din hayatın kendisiyle paralellik oluşturması ve hayatı daha kolay yaşanabilir ortama taşımasıydı. Bu aradıklarına kavuşamayınca ne dini anlatanlara ne anlattığına bakmaksızın bunların anlattıklarını dinleyerek geçirilecek zamanı fuzuli olarak gördüler ve buna bağlı ciddi, refleksi bir tavır geliştirdiler ve din anlatılan ortamları terk etmeye başladılar. İşte bu uzaklaşma Z kuşağı ile aralarına duvar örenlerde bu kuşağın dinden uzaklaştığını hatta tamamıyla Deizme bir kayış olduğunu sesli dillendirmelerine neden oldu. Peki soruyorum bu sürecin bu şekilde dillendirilmesi ve her yandan dini anlatan vaizlerin verilmesi sorunu çözer mi dersiniz? Yoksa daha bir dine karşı antipatik eylemlerin çoğalmasına mı neden olur...?

İnsanların yaşamına dokunmayan onların sorunlarını sorun olarak görmeyen ve ne olursa olsun dünya yansa da ben buyum bunu zoraki kabul etmen gerekir diyen anlayışların adı ne olursa olsun isterse içerisine doğal din aroması katılsın yok olmaya mahkumdur.
Hayatın odağına dokunmak için insanı insan olarak görüp onun fert olarak bir değer ifade ettiğini kabullenip ona o şekilde yaklaşmanın kaçınılmaz bir sorumluluk olduğu bilinmelidir. Ancak bu sorumluluğu yok sayarak insanları toplum içinde aidiyet kimlikleriyle tanımlamaya kalkarsanız, onların sizi tanımlanamayacak duruma getireceklerinden kuşkunuz olmasın...Z nesli kendisi olarak var olmak ve kendisi olarak kabul görmek istiyor, onu bu şekilde kabul ederseniz ondan sonra ona sunacağınız aidiyet kimlikleri onda karşılık buluyor. Bundan dolayıdır ki, bu kısa yorumlamalarımla aslında biraz da şu mesajı aktarmaya çalışıyorum, gelecek bu nesli, fert olarak kabul edip onların sürecine katkı sunduğunuz zaman sizin mesajınız onlarda bir karşılık bulacak, yoksa onların ortaya koyacağı tavır hem bir toplumun yaşam tarzını hem de nice siyasal ve sosyal sistemlerin muhatap bulamayarak yok olmasına neden olacaktır...Alfabenin son harfine dikkat edelim ya cümle tamamlanır ya da hiçbir cümle kuramazsınız mesajınızı siz çalar siz söylersiniz bağrınıza hançer saplanır...
Erol KEKEÇ/07.02.2021




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zamana Karşı Yarış-Kaçınılmaz Tükeniş

Hayat, bir yürüme bandında koşmaya benzer. İlk başta her şey kolaydır, tempo rahattır, nefesiniz düzenlidir, yürüyüşünüz dengelidir. Ancak zaman ilerledikçe, bandın hızı artmaya başlar. Siz farkına bile varmadan, ayaklarınız temposunu kaybetmeye başlar. Önce hızlanmaya çalışırsınız, sonra yetişmeye, en sonunda ise sadece ayakta kalabilmek için çabalarsınız. İşte tam da burada hayatın gerçeği ile yüzleşirsiniz: Zaman hızlanırken siz yavaşlarsınız. Bu ters orantı, insanın doğumundan ölümüne kadar süren kaçınılmaz bir süreçtir. Gençken her şey sınırsız görünür. Zaman bol, fırsatlar sonsuzdur. Hayat sanki hep böyle sürecekmiş gibi gelir. Koşu bandına yeni çıkmış bir insan gibi, adımlarınız güçlüdür, dizleriniz sağlam, nefesiniz derindir. Ancak yıllar geçtikçe fark edilmeden bandın hızı artmaya başlar. Önce küçük değişiklikler olur: Günler daha hızlı geçmeye başlar, sabahlar akşamlara daha çabuk bağlanır, yıllar su gibi akıp gider. Sonra bir gün, durup geriye bakarsınız. Ne kadar yol kat et...

İnsan Olabilmek ve İnsan Kalabilmek- En Zor Sınav

Hayatın acımasız gerçekleriyle yoğrulan bu dünyada, insan olabilmek ve insan kalabilmek, belki de en çetin sınavdır. Çoğu zaman iyilikle kötülüğün, doğrulukla yalanın birbirine karıştığı, erdemlerin zayıflık olarak görüldüğü bir düzende, vicdanı temiz tutarak yaşamak, suyun üzerinde yürümek kadar zor olabilir. Ama yine de bu zorluğu göze almak, insana gerçek değerini kazandıran, ruhunu yücelten ve onu sıradanlıktan çıkaran yegâne yoldur. Cömert Olursun, Aptal Sanırlar Cömertlik, insanın kalbindeki zenginliğin dışa vurumudur. Paylaşmak, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktır. Ancak bu dünyada, cömert insanlar çoğu zaman aptal sanılır. Çünkü toplum, çoğunlukla hesaplılığı, bencilliği ve çıkarcılığı zekâ belirtisi olarak görür. Örneğin, mal varlığını hayır işlerine adayan bir zengin, çoğu kişinin gözünde "malını çarçur eden saf" olarak nitelendirilir. Cömertliğini kötüye kullananlar, onun merhametini zayıflık olarak algılar. Hz. Ali'nin dediği gibi: ...

Kadın Aile ve Modern Çağın Yalanı

  Bir Toplumsal Yarayı Ameliyat Masasına Yatırmak, Modern toplumun son 40 yılında yaşanan en büyük kırılma, sanıldığının aksine teknolojik dönüşüm değil; kadının rolünün anlamının kaydırılması , anneliğin ikincilleştirilmesi , ailenin merkezinin zayıflatılması ve bunun “özgürlük” adı altında yapılmasıdır. Bugün dünyada –ve özellikle bizim ülkemizde– toplumun temelinde sessiz ama derin bir çöküş yaşanıyor. Ekonomik krizler, kültürel gerilimler, kimlik çatışmaları, kuşaklar arası kopmalar bunların görünen yüzü… Asıl büyük kırılma; insanın evini, kadınlığın anlamını, anneliğin değerini ve aile kurumunun köklerini kaybetmesidir. Ve bu kırılmanın merkezinde bir gerçek var; Kadının en kutsal görevi anneliktir. Bu cümleyi duyan bazıları hemen önyargıyla “kadını eve hapsediyorsunuz” diye saldırıyor. Ancak sorun tam da burada başlıyor: Modern çağ kullandığı kavramların anlamını çarpıtarak insanı kendine yabancılaştırıyor. Annelik ; bir “evde kalma zorunluluğu” değil, bir değerin...